Adam bir yazardı, kadınsa ressam. Bir kokteylde tanıştırıldılar. Sohbet eden bir grubun içerisinde, ellerinde içkileriyle karşılıklı durduklarında adam aklından "bu gece bu kadınlayım" diye geçirdi. Kadın ise; adamın hemen arkasında duran ve arada gözünün takıldığı diğer adamla ilgiliydi. Bizim yazarın yanılgısı da işte burdan kaynaklanıyordu. Diğer adam tam arkasında durduğundan ve kadının gözleri de hafif şehla olduğundan, bakışlarının kendisinde kitlendiğini sanıyordu.
Kadının aklından geçirdiği şeyler, onca senenin boşa geçmişliği, yalnızlığı, bir bedene susamışlığı ile eşitlenebilir hafiflikte değildi. Vahşiliği de barındıran bir cazibeyle bakıyordu, yanlış kişinin kendisine baktığını farketmeden. O, bu gece tam da burda kararını pekiştirecek bir eyleme adım atacaktı.
Yanakları kızardı düşündüklerinden, bardağını bir tepsiye bıraktı ve tuvalete doğru yürüdü. Musluğu açıp suyun soğumasını bekledi biraz, sonra yüzünde ıslattığı mendili gezdirdi yavaşça. Makyözün özel olarak yüzüne yaptığı makyajın bozulmasını istemiyordu. Çantasından ruj ve göz kalemini çıkartıp, minik dokundurmalar yaptı. Aynada kendine baktığında, son fırça darbesini vurduğu tuvalin önündeymiş gibi hissetti, gülümsedi ve "hazırım" deyip dışarı çıktı.
Kalabalık biraz hafiflemiş gibiydi. Gözleri hemen bakıştığı adamı aradı ama yoktu. "Belki o da benim gibi bir tazelenme için tuvalete gitmiştir" dedi. Epey dolandı, bakındı, bekledi ama yoktu. Canı sıkıldı. Gitmiş olabilir miydi? "Ama nasıl olur" dedi kendi kendine. Onunla saatlerdir bakışmıyorlar mıydı? Yüzündeki ifadenin hayal kırıklığına dönüştüğünü, dudaklarının büzüşmesinden anladı. Hemen toparladı kendini. Gitmeye karar verdi. Dostlarıyla vedalaştı, vestiyere doğru yürürken kolunda belli belirsiz bir dokunuş hissetti. Dönüp baktığında kokteylin başında tanıştırıldığı yazar olduğunu gördü. Minik bir tebessümle "buyrun?" dedi.
Yazar, onunla tanışmaktan memnun olduğunu ve bir yerlerde bir şey içerek sohbete devam edip edemeyeceğini soruyordu. Bu akşam burda bakıştığı adamın onda uyandırdığı etkiyle boy ölçüşemezdi bu adam ama kendisini böyle hazırladığı bir geceden eli boş olarak da dönmeyi istemediğini farketti. "Memnuniyetle" dedi ve birlikte çıktılar.
Yazar, gecenin başında kadın için birhayaletten öte değildi. Ama o, ısrarla kendi hayal ettiğigeceye emin adımlarla yürümüştüişte.
Michelle adında bir adam çölde kaybolmuş. Bir ara arkasını dönmüş ve kendi ayak izlerinin yanında bir çift ayak izi daha görmüş. Ve Michelle, görünmez bir gücün kendisiyle birlikte yürüdüğünü anlamış. Bu cesaretle devam edebilmiş ve yaklaşık on saat yürümüş.
Artık gece çökmek üzereymiş ve Michelle çok yorulmuş. Bitap düşmüş. Sonra arkasını dönmüş ve ayak izlerinin yok olduğunu görüvermiş. Görünmez güce seslenmiş
"Neden?" demiş,
"Neden hayatımda sana en çok ihtiyacım olan anda beni terk ediyorsun?"
Görünmez güç cevap vermiş..
"Bir çift ayak izi görmen seni terk ettiğimi değil, seni kollarımda taşıdığımı gösterir."
Otobüs mola vererek, tüm yolcuların gecenin karanlığında ihtiyaçlarını gidereceği hafif aydınlık ve oldukça sakin bir lokantaya yanaşmıştı.
Herkesin ilk önceliği tuvaletlere koşmak oldu. Sonrasında buharları tüten tencere dizisinin başında tepsileriyle sıraya girdiler. Murat sabahtan beri bir şey yemediği için hemen çorba aldı kendisine. Tepsisiyle beraber yanyana koltukta seyahat ettiği adamın olduğu masaya yaklaştı ve "Oturabilir miyim?" dedi. Adam kafasını kaldırıp baktı ve başını salladı.
Kendini tanıttı Murat ve bir şey yiyip içmek isteyip istemediğini sordu. Adam, "Sağol kardeşim, ben tokum ama bir çay içeriz beraber. Bu arada adım Fatih." dedi.
Murat çorbasını bitirince çaycıya el edip iki çay istedi. Havadan sudan konuştular. Nerden gelip nereye gittikleriyle ilgili bilgi verdiler birbirlerine ve çok yakın mahallelerden ortak tanıdıkları olduğu ortaya çıktı.
Mola bitip yerlerine geçtiklerinde, gecenin soğuğu uykularını açmış, derin bir sohbetin içinde buldular kendilerini.
Murat, Fatih' in kolundaki dövmeyi görüp, beğendiğini söyledi. Kendisi de dövme yaptırmak istediğini ama cesaret edemediği gibi, uygun bir figür de bulamadığını söyleyince, Fatih hafiften gülümseyerek; "Bazen hayatındaki birinin isteğiyle bir bakmışsın bir şeyler yapmışsın" dedi.
Murat: "Nasıl yani?"
Fatih: "Kolumdaki kızımın ismi. Onu yazdırmamı kızım çok istedi."
Murat: "Melek güzel isim." dedi
Fatih: "Evet, güzel. Hayat garip silsilelerle dolu. Bir isim, iki ayrı hayat."
M. : "Nasıl abi?" diye sordu.
F. : "Yıllar önce çok gençken bir sevgilim oldu. Birbirimizi çok sevdik. 3 yıl boyunca birlikteydik. Evlenmek istedik ama annesi ve abisi karşı çıktılar. Hatta abisi bir keresinde beni bir yerde kıstırdı ve silahını ağzıma sokarak 'kardeşimden ayrılacaksın, yoksa ölürsün' dedi. Orda tamam dedim, beni bıraktı sonra yine buluştum sevgilimle."
M. : "Sonra abi?"
F. : "Sonra sevgilim dayanamadı, rahat vermeyecekler bize dedi ve içimiz acıyarak ayrılmak zorunda kaldık. Birbirimize söz verdik. İsimlerimizi, bir gün çocuklarımız olursa onlara koyacaktık." Derin nefes aldı. "İşte kızıma koyduğum Melek onun ismi."
M. : "Çok üzücü cidden. Sevenlerin ayrılmak zorunda kalması beni hep üzmüştür."
F. : "Hayat bir sürü duygudan ibaret. O ismi kızımda yaşatmak bir nebze olsun beni mutlu etmiştir hep."
M. : "Peki o da senin adını koyabildi mi acaba?"
F. : "Çevrem epey geniştir. Nüfustan bir şekilde onun kaydını buldum. Evlenmiş ve eşinin görevi nedeniyle Trabzon' a yerleşmişler. Atladım gittim. Tanıdığım bir postacı arkadaşla adrese gittik. Zili çaldık. Kapıyı açınca şok oldu. 'Hoşgeldin' dedi. 'Hoşbuldum' dedim. Kolumdaki dövmeyi gösterdim. 'Kızımın adı' dedim. Çok şaşırdı ama yüzünde hafif bir tebessüm de yakaladım. Ondan aynı şeyi beklemiyordum. Ancak içeriye doğru 'Fatih oğlum gelir misin?' diye seslenince şaşkınlığım iki kat arttı. O da oğluna benim adımı vermiş. İkimiz de verdiğimiz sözü tutmanın huzurunu orda paylaştık. Zaman kısıtlıydı, vedalaştık, ayrıldık."
M. : "Ah be abi, bu ne hazin bir aşk hikayesi! Sonrası yok mu?"
F. : "Evlenmiş başkasının eşi olmuş birinden beklentim olamaz. Ben sadece ona sözümü tuttuğumu göstermek için gitmiştim. Ondan da aynı davranışı görmek mutlu etti. Eski günlerin hatırasına ikimiz de saygı göstermişiz. Bu bile çok değerli."
M. : "....."
F. : "Üzülme. Biz güzel anlar yaşadık ve hatırayı da koruduk. Bundan önemli bir şey yok bence. Şimdi ki aşkları ve kavgaları düşününce hele.."
M. : "Çok haklısın abi. Benimle paylaştığın için çok teşekkür ederim."
Sabahın ilk ışıklarıyla girdikleri şehir, yolculuğun sona erdiğine işaret ediyordu. Biri eski bir hatırayı yad etmenin huzurunu, diğeri ise böyle bir aşk yaşayabilme ihtimalini düşünüyordu.
Görevli
dolabın kapağını açtı, sürgü rafı dışarıya çektiğinde soğuk buhar,
yüzlerine çarptı. Raftaki örtü aralandığında, kadının o ana kadar
sımsıkı tuttuğu sinirleri, zembereğinden boşaldı. Morg; bir anda
hıçkırık, haykırış ve gözyaşıyla doldu.
Sakinleşmesi
için verilen su dolu bardağı iki eliyle tutamayınca, görevli yardımcı
oldu. Bir kutu mendili önündeki sehpaya koydu bir başka görevli. Kadın
uzun uzun ağladı. Morgtaki görevliler ceset bulunduğunda üstünden
çıkanları bir poşete koymuş, kadına vermişlerdi. Bir iki prosedürden
sonra ordan ancak çıkabildi.
Dağılmış
halde bindiği taksiden, sahilde bir yerde indi. Dalgalara karşı
oturduğu bankta, güneşin battığını farketmedi bile. Akşam, kopkoyu bir
yalnızlıkla gelip oturmuştu yanına.
"Benim
ruhumun parçalandığı gibi parçalanmış göğüs kafesi... ne acı!" diye
mırıldandı. Bacaklarının üstünde avuç açmış gibi duran ellerinde tuttuğu
kırmızı kadife kutunun üstüne, bir kaç damla gözyaşı düştü.
(beş sene önce)
Arabasıyla
büyük şehirden, banliyöye gidiyordu. Bir dostunun şirketinin muhasebe
kayıtlarına yardımcı olmak için haftada bir kez bu yolculuğu yapıyordu.
Önceleri angarya gelen bu iş artık onun hoşuna gitmeye başlamıştı. Yoğun
geçen günlerin ardından, bu küçük yerleşim yeri öyle huzur vermeye
başlamıştı ki, "acaba burdan bir ev edinsem mi?" diye düşünmüştü. Bu
fikrini, şirketin sahibi dostuyla paylaşınca hemen onun seveceği,
tatillerde ve haftasonları kaçabileceği, şirin minik bahçesi olan bir ev
buldular ve satın alma işini çarçabuk hallettiler. Böylece kimi zaman
şirketin muhasebe işlerini hafta sonuna denk getirip, dönüşte de kendi
evinde kalabilirdi artık.
Evin
dekorasyonu için, çok büyük bir market olan firma ile görüşmeye gitti.
Firmadaki görevliler, uygun dizayn yapabilmek için evin konumu, ışığı,
metrekare bilgilerini almak üzere bir mimar görevlendireceklerini, ne
zaman uygun olunursa birlikte eve bakmaya gidebileceklerini söyleyip,
onun telefonunu aldılar. Hafta içinde telefonu çaldı, mimar arıyordu.
Hemen bir gün saptadılar, adresi verdi ve evde buluştular.
İlk
görüşte ikisi de kalplerine eros' tan gönderilen okla vurulmuş gibi
oldular. Beklenmedik bu gelişme, ikisinin de hayatlarının akışını
değiştirdi. Ev, mimar tarafından dekore edildi ve her fırsatta bu evde
buluştular. İkisinin kalbinden dışarı taşan mutluluk damlaları, hem evi,
hem evin bahçesini güzelleştirmeye yetti. Her gelen, o evin yaşam
koktuğunu söylüyordu.
Bir
senenin sonunda birbirlerinden ayrı kalmaya dayanamayacaklarını
anladılar ve birlikte yaşama kararı aldılar. Şehirde mimarın
evindeydiler, haftasonları ve kaçabilecekleri her tatilde de banliyödeki
bu evde. İki evde de aynı aurayı solumak mümkündü. Soluksuz bir aşkın
içinde büyüyorlardı.
Üç senenin
sonunda malum teori kendini göstermeye başladı. İlk fire mimardan
geldi. Eve geliş saati uzamaya, geç gelişlerini hep işin uzamasına
bağlıyor, gözlerini kaçırıyordu kadından.
İç
organları ağır iş makineleri altında presleniyormuş gibi hissediyordu
onun geç gelişlerinde. Konuşmaya çalışıyordu ama mimara göre bütün sorun
işteydi. Öyle olmadığını gözünün ucundan, ve artık ona dokunmamasından
anlıyordu kadın. Yüreği acıyordu bu uzaklaşmalardan. Zaman ilaç olabilir
miydi gerçekten, bilemiyordu ama bekliyordu bıkmadan.
Bir sene
geçti, birbirlerine yabancı, kapkaç dokunuşlarla ve aynı havayı
solumamakla. Artık soru sormuyordu kadın, herhangi bir şey söylemesini
de beklemiyordu. Sanki ruhunu yitirmiş gibi, bir işlemden geçirip onu
makineleştirmişler gibi rutin devam ediyordu hayatına, işine. Ta ki, bir
iş çıkışı şehirdeki eve dönemeyecek kadar kendini yorgun hissedip,
arabanın rotasını banliyödeki eve çevirinceye kadar.
Kapıdan
içeri girdiğinde, antreden itibaren yatak odasına kadar etrafa saçılmış,
kadın ve erkek giysilerini görünce gerisin geri çıktı evden. Arabaya
bindiğinde donmuş haldeydi ve nereye gideceğini bilmiyordu. Banliyönün
sahiline çevirdi arabayı. Sahilde biraz oturdu. Ne düşüneceğini
bilemiyordu. "Bütün bunlara ne gerek vardı?" diye sordu içinden. İçinde
diplerde bir yerden dalga dalga gelen acıyı hissetti. Kalkmalı ve
gitmeliydi her nereye olursa. Aracına bindi ve 8 saat uzaktaki ikinci
büyük kente yola koyuldu.
Bütün gece
hiç durmadan araç kullanmıştı. Gözünden bir damla yaş akmasına izin
vermemiş, ona ulaşabileceği telefonu da kapatmıştı. Yaz tatillerine
giderken konakladıkları bu şehirde, ailesiyle birlikte kaldıkları otele
kendini attığında sabah olmuştu. Hemen yatağa girdi ve çok derin bir
uykuya daldı.
**************
Öyle
uzun süre uyumuştu ki, gözlerini açtığında karanlıktı ortalık. Oda
servisini aradı, yiyecek bir şeyler istedi. O arada hemen duşa girdi ve
kendini soğuk suyun altına bıraktı. Daha iyi hissediyordu. Biliyordu ki,
zaman geçtikçe daha da iyi hissedecekti. Kendini buna inandırınca
rahatladı, tam o esnada kapı çalınca gelen oda servisinin, onu girdiği
düşünce girdabından çekip çıkarmasına sevindi.
Balkon
kapısını açtı, önce soğuk su, ardından oksijen iyi gelmişti. Evet
gitgide daha iyi hissediyordu. İlk aldatılan o değildi, dünya
yıkılmayacaktı o bunu yaşadığı için. Sürpriz bir şekilde başlayan bu aşk
için teşekkür ediyordu hayata ama yine de bu aşk yıkıntısı altında
kalmayacaktı.
Balkon
sehpasına gelen yiyecekleri koydu, gecenin sessizliğini bölsün diye
televizyonu açtı. Manzaraya bakarak ağzına ilk lokmayı attı. Epeydir bir
şey yememiş gibiydi. Mide çarkları öyle süratli çalışıyordu ki, birden
hızlı hızlı yediğini farketti. "Herhalde aşk acısından kendini yemeğe
vurmak böyle bir şey" dedi.
Birden
içerdeki televizyondan onu şaşırtan, beyninde soru işaretleri yaratan
bir şeyler duydu. Kendini şu anda bulunduğu dünyadan çok uzak hissetti.
İçeri gitti, sesini iyice açtı televizyonun. Görüntülerde, yıkıntılarla
dolu bir şehir vardı. Gördüğü ve duyduğu şeyleri beyninde
örtüştüremiyordu bir türlü. Bugün günlerden neydi? O uyurken yüzyıllar
mı geçmişti?
Resepsiyona
telefon açtı hemen, tarihi sordu. Aldığı cevapla kalakaldı. Neredeyse 2
gün olmak üzereydi o uykuya kaçtığından beri. "Nasıl olur?" dedi.
Gözlerinden ilk defa yaşlar süzülmeye başladı. Haberde hem yaşadığı
büyük şehrin, hem de diğer evin bulunduğu banliyönün derecesi yüksek bir
depremle ağır hasar aldığı anlatılıyordu görüntülerle beraber.
Aklını
kaçıracak gibiydi. Telefonu geldi aklına, hemen koşup açtı. Bir kaç
çağrı ve mesaj geldi açtıktan sonra. Ailesiyle irtibatı sağladı, herkes
iyiydi, biraz rahatladı. Telefonuna gelen arama listesinde mimar da
vardı. Deprem olmadan hemen önce aramış, ulaşamayınca da mesaj
göndermişti ona.
"Sevgilim,
biliyorum bir süredir sana sıkıntı yaşattım ama tüm bunların ne
seninle, ne de bir başkasıyla alakası yok. Bu akşam sana çok önemli bir
şey söyleyeceğim ama sana ulaşamıyorum, nerdesin?"
Numarayı
defalarca çevirdi ama yanıt yoktu. Hemen giyindi, araba kullanamazdı bu
halde, ailesi de yolların güvenli olmayacağını, uçakla dönmesini
söylemişti. Havaalanının yolunu tuttu.
Uçak
inene kadar binbir senaryo üretti. Ona bir şey olmaması yönünde milyon
defa dua etti. Onu aramaya nerden başlayacağını bilemiyordu. Uçaktan
iner inmez banliyödeki firma sahibi dostunu aradı. Ordaki evi kontrol
etmesini rica etti, evde birilerinin olmasından şüphelendiğini
ekleyerek. Hemen birlikte yaşadıkları eve koştu. Orası sağlamdı ama evde
kimse yoktu.
Daha
sonra banliyödeki dostundan bir telefon geldi. "Ev tamamen çökmüş ve
bir kadın, bir erkek iki ceset var" diyordu telefondaki ses. Bayılacak
gibi oldu, nefesi kesildi. Cümlenin devamında ise mimarın çok yakın
arkadaşı ve tanımadığı bir kadın olduğunu anlıyordu. Öyle bir durumdaydı
ki; kendi evinin yıkıntılarından bir ölü çıkıyordu, buna üzülse miydi,
yoksa onun mimar olmadığına sevinse miydi? İki duygu ne kadar birbirine
yakındı, ilk defa anlıyordu. Hafif bir mide bulantısı geçirdi. Yüzüne su
çarpıp, derin nefesler aldı.
Onu
bulmalıydı. Bulmalı ve gözlerine bakarak konuşmalıydı. Mimarın ailesini
arayıp, bir haber var mı diye sorsa, onları da telaşa mı vermiş olurdu?
Ortalık yıkıntı doluydu ve kimin nerde olduğunu mutlaka öğrenmeliydi.
Telefonu çevirdi, mimarın babası çıktı telefona. Sesi titriyordu yaşlı
adamın. Kalbi hiç bu kadar ağzına yakın bir yerde atmamıştı. Elinde
telefonla yere yığıldı kadın.
*********
Baygınlık,
sonrasında krize dönüşünce hastahanede müdahale edilmişti. Ailesi ve
arkadaşları koşturdu yanına. Hiç bir şey teselli edemiyordu onu. Sürekli
ağlıyordu, ağlamak istemese bile gözyaşları gözünden atlayıp intihar
ediyorlardı. Hastahanede daha fazla kalmak istemiyor, bir an önce
sevgilisini morgta son kez görmek istiyordu. Kimse ikna edemedi onu,
gözleri kararlılığını keskin bakışlarla anlatıyordu.
***************
Mimar,
onunla tanıştığı zamanlarda çalıştığı işten bir yanlış anlama sonucu
ayrılmak zorunda kalmıştı. Yeni bir iş için görüşmeler yapmaktaydı.
Kadına bu durumu anlatıp, onun da keyfini kaçırmayı, kendisinden başka
bir kişinin daha gelecek endişesi taşımasını istemiyordu. Nitekim
akabinde iş buldu, ancak şehirden uzaktaydı. Hem yeni işin getirdiği
yük, hem de şehirden uzakta oluşu yüzünden eve epey yorgun ve geç
geliyordu. Eski işiyle ilgili de dava açmıştı, kendini aklamak ve
düştüğü zor durumun maddi manevi karşılığını almak istiyordu. Herşey
sonuçlandığında tüm bunları kadınla paylaşacak ve onunla ilişkisini bir
üst kademeye taşıyacaktı.
Hayatlarının
yıkıntı altında kaldığı gün ise, çok yakın bir arkadaşı ondan
banliyödeki evin anahtarını istemiş ve çok özel bir görüşme yapacağını
söylemişti. Evde kalmayacağını ama görüşmeyi yapacağı kişiyle başbaşa
olacağı çok özel bir yere ihtiyacı olduğunu ve onu kırmamasını rica
edince karşı çıkamamış, anahtarı verdikten sonra da iş yoğunluğuna
girince, kadını bundan haberdar etmeyi unutmuştu. Bu arada gelen
telefonla eski işyerine açtığı davayı kazandığını, epey yüklü bir
tazminat ve işe geri dönme garantisini de aldığını öğrenince, işte şimdi
tam zamanı diye düşünüp, kuyumcu da bekleyen yüzüğü alıp, eve doğru
yola koyulmuştu. Tüm bu süreçte sevgilisine uzak durduğunun farkındaydı
ama eros onları bir kez buluşturmuştu ve mimar aşka inanan nadir
erkeklerdendi. "Bu akşam herşey bizim için yeni ve yeniden başlıyor
olacak"diye geçirdi içinden gülümseyerek. Telefonla aradı kadını, ulaşamadı. Hemen mesaj yazdı.
Tam
o esnada gülümsemesi dudaklarında dondu. Ne olduğunu anlamamıştı bile.
Deprem onu yolda yakalamıştı. Bir viyadüğün altından geçmesine saniyeler
kala, şiddetli sarsıntıyla viyadük çökmüş, hızla gittiği için düşen yol
korkulukları aracın kaputundan girmiş ve kalbine saplanmıştı. Her şey o
kadar çabuk olmuştu ki, görevliler yüzündeki tebessümü gördüklerinde
yaşıyor sanmışlardı önce.
Tüm şehir acılarını sarmakla uğraştı uzun süre. Zaman akıp gitti ve unutuldu kağıttan yapılmış koca şehrin görüntüleri.
Kadın
ise parmağında mimardan kalan yüzük ve yüreğindeki daimi acıyla kendini
evine kapattı. Onun için yanlış düşüncelere kapıldığı, gördüklerini
değerlendiremediği, kaçtığı için kendini ölene kadar affetmedi.
"Bir kuş uçurdum bugün hayatımdan" dedi tül perdelerin ardından sokağa bakarken.
Hem
kendini, hem kuşu özgür bırakmıştı ona göre. Bir kafesten çıkıp gelen
kuş, onun yanında mutlu gözüküyordu. Zaman geçtikçe birbirlerine
alışacaklar ve alışkanlıkla sahiplenmeye doğru yol alacaktı duyguları,
bunu hissediyordu. Korkuları vardı; ya bir gün kuş sahibine dönmek
isterse, ya sahibi onu arayıp bulup dönmeye ikna ederse, ya da bir gün o
kaçmasın diye kendi hayatlarını bir kafese dönüştürürse. Hayatın içinde
yanyana durmakla, sahiplenmek arasındaki ince çizgiyi geçmekten oldum
olası korkmuştu. Bu kendisine acı vereceği kadar onu da incitirdi.
Kocaman bir tepeden gözünü kapatıp yüreğiyle boşluğa atlamak ve uçmak
isterdi onunla ama aynı değillerdi. Birinin kanadı vardı, ötekinin
kolları. Biri çırpardı kanatları, öteki kollarıyla sarardı. Biri uçardı,
öteki yürürdü.
Hayat
nerden baktığınla orantılıydı. Onun baktığı yerden görünen şey, onu
tedirgin ediyordu. Tedirgin eden şey, aynı zamanda onu mutsuz da
edebilirdi. Eğildi, minik öpücük kondurdu ve avuçlarının içinden bıraktı
kuşu. Kollarını, sanki kanatlarıymış gibi yavaşça indirirken, gözden
kayboluncaya kadar baktı ardından.
Acıyla
yüzünü buruşturdu, gayri ihtiyari eli koluna gitti. Yokladığında bir
ıslaklık hissetti. Eli tamamen kanlanmıştı. Yan koltukta oturan
sevgilisine baktı, baygındı. Seslenmeye çalıştı, sesi çıkmadı. Bakışları
donuklaştı, göz kapakları yavaş yavaş kapandı.
****************
Bu
şehre üç yıl önce bir kadın için gelmişti. Öyle aşıktı ki, hayatının
düzenini bir çırpıda değiştiriverdi hiç düşünmeden. Daha önce de aşık
olmuş, sevmişti ama hiç birinde şimdi yaşadığı duyguları hissetmemişti
ya da öyle sanıyordu. Dostları ona yaptığının yanlış olduğunu, iyice
düşünmesi gerektiğini söylediklerinde asabileşmişti. Huysuz ve
istediğini elde etme hissiyatındaki çocuklar gibi, kimseyi dinlemedi ve
bir çantaya eşyalarını koyup, kalbini takip edip, soluğu bu şehirde
aldı.
Aşk;
üflediği tatlı esintiyle her yerini sarmıştı artık. Yaşamadan
bırakmayacaktı. Aşık olduğu kadınla beraber bir ev tuttular. Her şeyi birlikte yapıyor, sokaklarda elleri ve bedenleri
yapışık halde dolaşıyor, en çok da sevginin yatay halinde duruyorlardı.
Yaşamlarını sürdürebilmek için ilk zamanlar sadece buna gereksinim
duyuyorlardı. Kadın bir reklam ajansında metin yazarlığı yapıyor, iyi de
kazanıyordu. Adam geldiği şehirde fotoğraf sanatıyla uğraşıyordu. Küçük
bir çevre olduğundan tanınıyor ve yaptığı iş ona iyi bir gelir
getiriyordu. Şimdi geldiği bu şehirde, kendine yeni bir çevre edinmek
zorunda olduğunu biliyordu ama kadının çevresi sayesinde iyi bir
stüdyoda kadroya girmişti bile.
Hayat
sanki yeni başlıyordu. İkisi de birlikte yeni doğmuş bir bebeğin
yaşamına adım atmışlardı. Herşeyi birlikte öğreniyor, şehrin sokaklarını
yeniden keşfediyor, gün doğumu, gün batımını seyrederken bu mutluluğa
dua ediyor, günü adeta yudumlayarak yaşıyorlardı. Herşey
şüphelendirecek kadar kusursuz gidiyordu. Bu kadar mutluluğun nazara
geleceği inancıyla yetişmiş bir nesilden geliyordu ikisi de. Ve akla
gelen düşünce, çağırıldığı yerden gelip onları buldu.
Dört
günlük tatil için bir araba kiralayıp sakin bir yere doğru yol aldılar.
Bir kavşakta kuralları hiçe sayan bir tır gelip onlara çarptı. Çarpma
anını öyle net hatırlıyordu ki, kolunu kadının önüne doğru siper
etmişti, cama çarpmasını önleyebilecekmiş gibi.
O
kavşak bu ilişkinin sonu oldu. Aşk' ın ömrü üç yıldır diyen yazar belki
böyle bir bitişi öngörmüyordu ancak hayat kendi çizgisinin dışına
çıkmak isteyenlere mutlaka bir kaç şans daha veriyordu. Kimbilir, bir
dahaki sefere başka kimliklerle yaşamda yeniden yerlerini alacaklardı.
Oturduğu
koltuktan hızla kalktı ve camı açtı. Dışardaki dehşet soğuğu ancak
pencereyi açtığında anladı. Birisine bağıracakmış gibi ağzını açtı ve
nefes almaya çalıştı. Oksijen ve soğuk aynı anda içini dolduruyordu. Bir
yandan soğuktan titremeye başladı ama aldırmadı. "Ölüyorum Tanrım !"
diye geçirdi aklından.
Ölmüyorsun ! Sadece imkânsız aşktan için acıyor.
"Ah işte bu beni öldürüyor !"
Aşk, normal bedende birinin ölüm sebebi olmamıştır hiç.
"Peki
neden kalbim, elinde çivi olan biri tarafından çiziliyormuş gibi? Niye
nefesim kesiliyor? Niye yüzümün çizgileri aşağı doğru?" Çünkü istediğin şeye ulaşabilmek için çabalaman gerekeceğini biliyorsun da ondan. Suçüstü yakalanmış gibi kabullendi ve "Hayat niye zor?" diye sordu. Hayat, nasıl bakıyorsan öyle olmuştur, yeni bir şey söyle çocuk. Pencerenin
önünden ayrılıp çalışma masasının başına geldi ve klavyede aşk
kelimesinin harflerine parmaklarıyla dokunduktan sonra yeniden nefes
almaya başladı.
"Aloooo", bir sessizliğin ardından sabırsızlıkla yeniden haykırır."Aloooooooo !!!" Karşıdan yanıt geldiğinde hemen toparlanarak,"Beyefendi elektriklerimiz 1 saati aşkın kesik?!"cümlesini, cevabını sabırsızlıkla bekleyen soru halinde söyler. "Ne
aşkı kardeşim? Elektrikler diyorum, bir saatten fazla oldu kesik
diyorum. Doğalgaz da gitti haliyle, bu havada donuyoruz diyorum. Bu
kesinti nedir diyorum, ne zaman gelecek diyorum?"cümleleri karşısında, ahizenin ucundaki kişinin, lafı en sonundan (!) anladığı da ayan beyan ortadadır. Suratının aldığı ifadeden, doyurucu bir cevap gelmediği belli olan adamcağız,"Hay ben ......." kelimeleriyle bezediği bu anlamsız konuşmayı sonlandırır. Balkona
çıkar, arka arkaya alıp verdiği nefesle beraber etrafı, gösteri
sahnesine pompa edilmiş beyaz dumanlara benzer bulutlarla kaplanır.
Aklına bir hinlik gelmiş gibi gözleri parlar ve tekrar içeri girer. Telefonu
eline alır, aynı numarayı çevirir. Numara düştüğünde, şimdiye kadar
seyrettiği onca film, tiyatro ve dizilerden edindiği tüm karakterlerden
birikimle, cümleleri ağzında geveleyerek konuşmaya başlar. "Aluoww, Pendik Betler Amirliğinden arıyorum, suç mahallinde çatışma olduğundan, derhal Gülibik Mahallesine elektrik verin!" Belli ki karşı taraf tedirgin ve tereddütlü bir cevap verir, buna mukabil hemen"Sen
beni duydun mu kardeşim, devletin işiyle uğraşıyoruz biz de, yazışmalar
müdürler arasında sonra da yapılır ! Senin kadar ben de emir
altındayım. Derhal dedim sana derhal ! Kanun konuşuyor !" diye haykırır. Telefonu
kapatıp derin bir nefes aldıktan 2 dakika sonra elektrikler gelir.
Pencereye yanaştığında kendi bölgelerinin ışıklandığını farkedince,
yüzünde bir aktörden alıntıladığı yamuk gülümsemeyle, yarım kalan filme
eşlik edecek kahveyi hazırlamak üzere mutfağa yollanır.
{ಠ,ಠ}
|)__)
-”-”-
not:yazıda kullanılan görsel google' dan alıntıdır.
"Yüzü
pencereye dönüktü. Bahçe göz alabildiğine uzanıyor, yeşil çimenlerin
bazı yerleri kelleşmiş, üstünde mevsime uygun sarı, turuncu, kırmızı
yapraklar yuvarlanıyordu. Ağaçlar rüzgarın her esişinde hoyratlığa
dayanamayıp yapraklarını teker teker bırakıveriyorlardı sonsuzluğa ve
yeniden dirime.
Bu
okul üç nesildir ailesine emanetti. Büyükbabası ile ona içinde
kaybolacağı dev bir orman gibi gelen okul bahçesinde gezinirlerken, bir
gün kendisinin onun yerine geleceği temennileriyle büyümüştü. Dedesi ve
babasının ardından aldığı görevde; onlar kadar ses getirebileceğinden
kuşku duysa da yeniliklere, zamana ayak uyduran yöntemiyle gençlerin ve
aynı zamanda sisteme, gelenekçi tutumu yumuşak bir şekilde yerleştiren
yapısıyla da ailelerin gönlüne yerleşmesini bilmişti.
Zaman
öyle hızla akıp gitmişti ki, şairin dediği gibi "yılların telaşlarda
bu kadar çabuk geçeceği" aklına gelmezdi. Şiirin devamındaki gibi
"sevgileri yarınlara bırakmamıştı" asla. Çok sevmişti hem dünde, hem
bugünde, hem yarında.
Okula
yeni ders yılında gelen genç öğretmenlerdendi. İlk görüşte kalbinin,
göğüs kafesini yırtarak ona koşmak istediğini bugün gibi hatırladı.
Ortak ilgi alanlarını keşfetmek için farkettirmeden etrafında dolaşıp,
en ufak bilgiyi bile kaçırmıyordu. Onun üstüne düşmeden ama ilgisini de
belli edecek tekliflerde bulunuyor, her seferinde "ya kabul etmezse"
endişesini yaşıyordu. Ne kadar uzun gelmişti bu yakınlaşma süresi ona.
Sonunda ilk yemek teklifini ettiğinde, o da yanakları pembe pembe
gülümseyerek "evet" demişti. Sonrasında hislerini yavaşça itiraf etmiş
ve onun da bu ilgiye cümleleriyle sıcak baktığını görünce aklını
kaçıracağını sanmıştı mutluluktan."
********************
Sıkılmıştı.
Aynı tarz öyküleri okumaktan fena halde sıkılmıştı. Göz kapaklarını
oğuşturdu. Daha fazla devam edemeyeceğini anlayıp, elindeki dosyanın en
son sayfasını açtı:
******************
Bir
hayat üzerine yıkıldı adamın. Hem iki gözünden birini, kalbini, ruhunu
kaybetmişti, hem de ikisinin mutluluğunun ışığı olan bebeği. O gün;
aldığı karardan oldukça emindi ama şimdi tek başına, yaşadığı mutluluğun
izlerini fotoğraf karelerinde seyrediyordu.
Belki hayat, hepimize birşeyleri işaret ediyordu... olanları görmek ve tüm kalbiyle algılamak ise bize kalıyordu."
SON
*****************
Dosyanın
kapağını kapattı. Okuduğu şeyin fazlasıyla duyguları sömürdüğünü
düşündü. Yorgundu, dosyayı masaya gelişigüzel bıraktı ve gözlerini
oğuşturdu. Merakla sonucu bekliyordu bunu yazan kişi. Artık daha fazla
oyalayamayacaktı. Her defasında sekreteriyle muhatap olmaktan sıkılmış
bir ses tonuyla konuşmuştu en sonuncusunda. Oysa böyle kaç taslak
okuduğunu bilseydi, bu kadar üsteler miydi acaba?
Bu
tarz hikayeler çok fazla yazılmıştı. İki aşık, düzgün bir aile
yaşantıları var. Herşey tam yolunda gidecekken çiftten biri mutlaka
hastalanır ve ölümcüldür durumu. vs vs. Evet anlatımı iyiydi, kelimeleri
seçişi, cümleler arasındaki ahenk ama olmazdı işte olmazdı. Yarın ona
neler söyleyeceğini düşünmek istedi ama başı çatlayacak kadar
ağrıyordu. Işıkları kapadı ve yatak odasına gidip, kendini uykuya
teslim etti.
********************
Geceyarısı
diğer odadan gelen sese uyandı. Gözkapakları birbirine yapışmış gibi
açılmıyordu sanki. Elleriyle iyice oğuşturdu ve üstüne birşey alarak
odaya doğru yürüdü. Çalışma odasının kapısını kapattığına emindi. İçeri
girdi, herşey yerli yerinde gözüküyordu, yolunda olmayan bir şey yok
gibiydi. İçinden "beni uyandıran neydi acaba?" diye düşündü, eliyle
boşver işareti yaptı ve tam dönüp gidecekken birden masadaki ışıltılı
notu farketti.
Merakla
masaya yaklaştı, lambayı yaktı. Yatmadan önce okuduğu dosyanın kabı
duruyordu ama içinde kağıtlar yoktu, bomboştu. Şaşkınlıktan ağzı açık
kaldı ve üstüne bırakılan notu eline aldı. Bu nesne kağıt gibi de
değildi aslında, ipek ve tüy karışımı bir dokusu vardı ve üstünde
mürekkep yerine ışıltılar saçan altın tozu kullanılarak yazılmış, uçar
gibi duran elyazısı vardı.
***************
"Sayın Bay,
Eşimle
yaşadıklarımızı anlamanız için gerçekten aşk duygusunu tüm damar
uçlarınızda bir kez hissetmiş olmanız gerekir. Bunu hiç hissetmediğinizi
anlamış bulunuyor ve üstünüzde yük olan dosyayı sizden alıyorum."
***************
Senenin sonlarına doğru yayınlanan bu eser, 7 dilde çeviriyle satış rekorları kırdı.
{ಠ,ಠ}
|)__)
-”-”-
not: yazıda kullanılan görsel google' dan alıntıdır.
Bir
kaç gün sonra Ali nihayet ortaya çıktı. Nerde olduğunu sorduğumu gayet
iyi hatırlıyorum fakat Ali' nin ne cevap verdiği net olarak kalmamış
hafızamda. Sanırım ailedeki büyüklerden biri ya hastalanmış ya da vefat etmişti. Hepsinin birden topluca gitmesi buna delaletti
çünkü.
Çocukluk
işte, ölüm o zamanlar net algıladığımız bir şey değildi ki, insanlar
ölebilirdi bunu biliyordum ama onlar hep başkalarıydı sanki. Ölüm;
çemberin içinden birine elini uzattığında ne olacaktı, bunun bilincinde
değildim. Anlık mahzunluk, yerini hemen hayatın an içindeki gerçeğine
bırakıyordu bizler için. Ve biz de hemen denize koştuk. Olağan
yarışlarımızı yaptıktan sonra, artık Ali' ye sürpriz soruyu soracaktım.
Tam
o esnada derinlerden gelen bir müzik duyduk. İkimiz de çok
heyecanlandık. Çünkü bunun ne olduğunu gayet iyi biliyorduk. Hemen
evlere koştuk, ailelerimize haber verdik ve yanımıza harçlıklarımızdan
bir miktar alarak caddeye çıktık. Bizim sitenin hemen yakınında
duruyordu o.
Bahsi
geçen şey, gezginci Migros kamyonlarıydı. Haftanın belirli gün ve
saatlerinde gelen bu araçların kasalarının yan yüzlerindeki kapalı
kanatlar yere paralel gelecek şekilde açıldığında, pratik bir şekilde
ilkel görünümlü bir tezgah haline gelirdi. Kasanın açılan kısmından
raflar meydana çıkardı. Satış elemanları kanadın arkasındaki bölüme
geçerek müşterilere satış yaparlardı. Daha sonra bu kamyonlar yerlerini,
arka kapısından girilip, ön kapısındaki kasanın yanıbaşında ödeme
yapılarak inilen, içi iki taraflı raflarla donanmış, camsız kavuniçi
renkte Migros otobüslerine bıraktılar.
Benim
en sevdiğim ürün ise o zamanki çocuksu isteğin ve ülkedeki yokluk veya
pahalılıktan dolayı, yurtdışından gelenlerin mutlaka yanlarında
getirdiği şey olan çikolatalı ürünlerdi. O zamanlar Nestle gofret pek
revaçtaydı. Nasıl tadına vara vara, gıdım gıdım yerdim anlatamam. Belki
de o zamanlar başlamıştı, imrendirici ve pek iştah açıcı yemek yeme
tarzım.
Ali
ile gofretlerimizi minik ısırıklarla kim en geç bitirecek yarışmamız da
vardı. Ama eninde sonunda biterdi işte. Bir dahaki sefere kadar biz de
denize koşardık.
Artık
Ali' ye o muhteşem soruyu soruyordum işte. "Ali?", "Ne var?", "Sen
kürek çekmesini biliyor musun?", biraz durdu sanki, "Ehm, şey
biliyorum", "O zaman gel hadi çekelim", "Benim eve gitmem lazım", "Ama
niyeeee?", "Sonra gelirim". Gitti. Ben öylece kalakaldım. Aslında
şaşırdım. Olacak iş değildi, ortada yarışılacak bir durum vardı ve Ali
ortadan yok oldu. En sonunda şuna kanaat getirdim, Ali kürek çekmeyi
kesinlikle bilmiyordu, benimle yarışsa mutlaka kaybedecekti, bu yüzden
de bahane uydurdu. Gözüm parladı bu düşünceyle birden ve gülümsedim.
Sonraki
günlerde de Ali' nin pek tadı yoktu sanki ama yine de hep birlikteydik.
Yaz sona eriyordu, okul alışveriş telaşı başlamadan dönmek gerekiyordu.
Vedalaştık çaresiz.
Hala
düşünürüm, o yaz Ali olmasaydı ben yüzmeyi, denize iskeleden atlamayı,
dalmayı, sandalın altından geçmeyi, uzun süre nefessiz dipte kalmayı,
kürek çekmeyi ve bir arkadaşı özlemeyi öğrenebilir miydim... Kimbilir, o
yaz değil belki çok daha sonra öğrenirdim ama o yaz sanki sıkıştırılmış
bir paket program gibi oldu tüm bunlar Ali sayesinde. Onun bana, o
zaman dilimi için gönderilmiş bir hediye olduğunu biliyorum. Belki o
zamanlar söylemedim ama O' na bunu borçluyum.
Ali;
sana arkadaşlığın, beni güzel şeylere teşvik ettiğin, aklımda yer edip
yıllar sonra bile senden bahsedebildiğim için çok teşekkür ederim !...
(bitti)
{ಠ,ಠ}
|)__)
-”-”-
(not: Fotoğraf Google görsellerden -wowturkey- den alıntıdır.)