29 Eylül 2010 Çarşamba

ses



Odasındaki pencereden gri gökyüzüne baktı. El yordamıyla radyonun düğmesini çevirdi. "...çünkü ayrılık ve biz; aynı cümlede durmuyoruz, devriliyor cümleler kuramıyoruz..."  Kulağından giren şarkı, gözünün önüne bir sinema perdesi kurdu çarçabuk. Karşılıklı iki kişi, hiç ses çıkarmadan el kol hareketleriyle gürültülü bir şekilde konuşuyorlardı. İçlerinde sakladıkları öfke yetişemiyordu el anlatımlarına. En çok yüzlerindeki ifadesizlik ürküttü onu. Elini yavaşça yüz hizasına kaldırdı ve bir toz kovalar gibi yavaşça sağa sola salladı, sinema perdesi yok oldu.

****************

Sabah odaya paldır küldür daldı biri; "kahvaltı !" diye bağırdı. Eğer yatağından kalkmazsa, her 5 dakikada biri yine gelecek ve bu kelimeyi kocaman bir cümleymiş gibi tekrarlayacaktı. Çaresiz kalkıp tuvalate gitti, yüzünü yıkadı, eşofmanlarını giydi. Aşağıya kahvaltı salonuna indi. Ondan başka herkes ordaydı, hatta kahvaltılarını bitirip dışarda sigara içmeye çıkmışlardı. İsteksiz kahvaltı tabağını ve çayını aldı, bahçeye bakan bir masaya oturdu. Yemek salonunda sadece o vardı artık, bir de birilerinin açık bıraktığı televizyondan gelen sesler sadece.

"Kalk ve yürü!" dedi bir ses. Dışarıya dalmış gözlerini etrafta gezdirdi. Kimse yoktu. Çok yakından gelmişti ses ama bu koca salonda yalnız görünüyordu işte. Ağzını yamultarak gülümsedi, "hah işte şimdi tam oldu" dedi. "Kalk yürü ! bu kadar basit" dedi ses. Artık şaşkınlığı yerini korkuya bırakıyordu. Bir an önce burayı terketmeliydi, kahvaltı tabaklarını servis penceresinden içeri bıraktı ve hızlıca dışarı çıktı. Kocaman bahçesi vardı buranın ve çeşitli türde ağaçlar. Meyve vereni, gölgelik yapanı, çamlar, serviler... en iyisinin bahçeyi adımlamak olduğuna karar verdi ve başladı yürümeye. 


"Her zaman bunu yapmalısın !" dedi ses. Sinirlendi ve "neyiiiii?" diye bağırdı. "Ayağa kalkıp yürümeyi" "Ne için peki?" "Kendi hayatın için" "Yürümek neyi çözecek?" "Ah anlamıyorsun.. hayatına sahip çık, seni daraltan çemberin içinden kalk ve yürü. Al kendini ve git, kurtar" "Ya arkamda bırakmak istemediğim şeyler varsa?" "Değecek şeyler olsaydı bugün bu çukurda debelenmezdin" Sustu. "Susuyorsun ! Çünkü haklıyım" "Hayır !" durdu, "bilmiyorum"... "belki" artık yüzünün çizgilerine hüzün çökmüştü. Değiyor muydu gerçekten? hayatını bunca hırpalamasına, bunca çabalamaya, her seferinde kendine söylediği "aldırmıyorum, önemli değil" yalanına...

İçinde sanki metrekarelerce bir alan vardı ve o alana bütün huzursuzluklarını, mutsuzluklarını, sıkıntılarını, isyanlarını, öfkelerini, hırslarını, hatta gerçek sevinçlerini bile sığdırmıştı senelerdir ve tıkıştırmaya devam ediyordu. Yüzüne taktığı yalancı bir maskeye, yalancı bir gülümseme ve sevinç ekledi mi tam oluyordu herşey. Kalabalıklar arasındaki yalnızlığı kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyüyordu gitgide. Ses tellerindeki rahatsızlıktan pürüzlü bir sesi vardı ama içine doğru nasıl tiz bir çığlık hakimdi her an, her dakika, bunu sadece o biliyordu. Bütün bunlar olup biterken aslında o da bilmiyordu bu hezeyanları, fırtınayı... olumsuzlukları geçiştirmeyi öyle iyi becermişti ki içindeki diğer ben, bir kaç sene sonra o kimliğini unutmuştu bile. Herşey yolunda mesajı ile hayat olabildiğince normalliğiyle devam ediyordu. O sabah ne olduğunu hatırlamıyordu ama herkes iyi bir şey olduğunu söylüyordu. Bu bir patlama, bu bir temizlik, bu bir dibe vuruş ve çıkış vs vs vs...


Tek farkettiği, onca zamandır hazırladığı o metrekarelerce alan artık tamamen boştu. Kiracısı da gitmişti. Bütün duyguları her yerdeydi, sağında, solunda, arkasında, önünde... sobeliyordu durmadan. 


Şimdi duyduğu ses ise daima duymayı istediği gerçek sesiydi.


Kalktı, yürüdü, gitti...









{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




14 Eylül 2010 Salı

can hediyesi


Şimdi niye bu kadar sinirli ve gergindi... herşeyi yırtmak istiyordu.. bütün bir hayatı, tanıdıkları, çalıştığı işyerlerini, okullarını, başarıları, başarısızlıkları, sevgilileri, olmayan çocukları, evleri, semtleri herşeyi bir fotoğrafı boydan boya yırtar gibi yırtmak istiyordu. Bütün eskilere bağırmak... "beni siz bu hale getirdiniz laaaayyyyyyynn !.. nefret ediyorum hepinizden köpekler sürüsü" 

Bir an bağırdığını düşündü. Rahatlar mıydı acaba? Gözleri doldu, taşmasına izin vermeden bunu kesmeliydi. Elleri farkında olmadan yumruğa dönüştü, dişlerini birbirine kenetledi. Bir şey yapmalıydı. İçinde onu dalgalandıran, öfkelendiren, kudurtan bu kanı dışarı akıtmalıydı. Birden bedeni arkaya doğru gerildi ve bir ok gibi fırlayarak vitrin camına tüm vücudunu fırlattı.



***********************



Çok huzurlu bir uykudan uyanmak üzereydi. Bedenini içine alan büyük bir aydınlık hissediyordu, sanki güneşin içindeymiş gibi. Bu ona ferahlık hissi veriyordu. Parmaklarını oynatmak istiyor ama bir şey engel oluyordu sanki. Ağzında buruk bir tad vardı, adeta günlerdir bir şey içmemiş ve susuzluktan birbirine yapışmıştı dudakları. Gözlerini açmak istiyor ama kirpikleriyle epey mücadele etmesi gerektiğini hissediyordu. Bütün bu garipliklerin dışında son derece huzurluydu. Bir ayak sesi duydu. 




- Can bey, beni duyuyor musunuz?
iç ses - bu da kim?
- Can bey hadi uyanın artık !


Bu arada göz kapağı kendi iradesi dışında yukarı doğru kaldırılıp ve gözünün içine ışık tutulduğunda vücudu tepki göstererek gözünü kırpıştırdı yüzünü buruşturarak. 


- Hayati tehlikeyi atlattı, durumu gayet iyi, verdiğimiz ilaçların etkisinde ama yarım saat sonra tamamen kendine gelecek.


dedi birisi. "Hayati kim?" diye düşündü ilk anda. Sonra Hayati' nin kendisi olduğunu düşünen birileri olduğunu varsaydı, gülüp geçecekti ama onlara kim olduğunu söylemesi gerekiyordu. Kelimeler kafasında kocaman olmuşlardı. O anda sadece evine gitmek isteği hissetti. Onu bekleyen herhangi bir canlı yoktu ama çiçeklerini hatırladı, onları da ne zamandır boşlamıştı. 



Birden çiçeklerini düşündü, hele annesinden kalan bir kaktüs vardı ki aslında sadece onun önemli olduğunu hatırladı. Bahar müjdecisi gibi pembe pembe çiçekler açardı. Mart ayının sonundan itibaren Haziran ortasına kadar çiçeklenmesi devam ederdi. Tam tepesinde taç gibiydi çiçekleri. Çeşitli açılardan onun fotoğraflarını çeker, arkadaşlarına gösterirdi.  Onu, etrafındaki tüm olumsuzluğa rağmen yaşatabiliyor olduğunu bilmek iyi geliyordu. Bunun dışında da hayatıyla ilgili kayda değer bir şey hatırlamıyordu.



Bu yüzden Hayati her kimse kimdi ama o değildi işte. Sonra birden durdu. İyi ama birileri ona seslenmişti daha önce "Can bey" diye...  "burda iki kişi mi vardı o zaman? Bir kendisine, bir de ona mı sesleniyorlardı? Sahi burası neresiydi, bu karmaşa da neydi? Toparlanmaya çalıştı, gözlerini tüm gayretiyle açmaya çabaladı ve ışık hüzmesi gözlerinin içine ok gibi saldırdı. Eliyle siper yapmaya çalıştı ama kaldıramadı kolunu.


- Perdeyi kapatalım, ışık gözüne girdi rahatsız oldu galiba...
- Tabi hemen... ah canım yazık
iç ses- bana söylüyorlar galiba?
-Nasılsın oğlum? Bak yengen, ben burdayız. Abin de gelecek akşama. Çok korkuttun bizi be oğlum..
iç ses- korkutmak mı?

Bu arada artık iyice gözlerini açmış, etrafını algılamaya çalışıyordu. Önce renkler ve karaltılardan ibaret şekiller görmeye başladı. Zaman geçtikçe algılar netleşti. Yüzündeki derin çizgileri, bembeyaz saçıyla babasını gördü başucunda. Gözleri nemliydi sanki. Başını öteki yana çevirdiğinde de yengesini. O da acıklı bir yüz ifadesiyle karışık bakıyordu ona.


- Herhangi bir şey ister misin Can? Yastığını düzeltmemi, ya da yatağını daha dikleştirmemi?
iç ses- deli gibi su istiyorum.. kana kana içmek !
- ssuu... 

dedi ve nefesi tıkandı. Daha fazla konuşacak hali kalmamıştı, tüm gücünü orda bu kelimeyi söyleyerek tüketmişti sanki.


- ancak 1 saat sonra su verebileceğiz Cancığım... ama ben pamuklu su sürerim dudaklarına şimdi...
iç ses-yeterli olacağını sanmam ama hadi yap hemen.. bir damla su için öleceğim

Tam o anda kapı açıldı. Ama o dudaklarına sürülen pamuktaki suyu delice emmeye çalıştığından babasıyla bu yeni gelen kişinin konuşmalarıyla ilgilenmedi.


- Ah kızım hoşgeldin
- Merhaba efendim. Bugün nasıl? doktorunu gördüm uyandığını söyledi.
- Uyandı ama daha pek konuşamadı, epey güçsüz düşmüş. Size nasıl teşekkür edeceğimizi bilmiyoruz. 
- Oğlunuz iyi olsun, gerisi önemli değil efendim.
- Sizinle de pek konuşamadık. Tam olarak ne oldu, nasıl oldu? Sizi yormazsam...
- Elbette, anlatayım. Bizim mağaza yeni açılıyor, dekorasyon işleri de tam Can beyin bu kazaya uğradığında bitmişti. Camcılar camı yeni takmışlardı, Can bey aniden camdan içeri tüm vücuduyla giriverdi. Vitrin camına herhangi bir çarpma halinde dağılmaması için koruyucu film takılacaktı. Zaten o yüzden bu kadar yara aldı oğlunuz. Üstelik camın dışardan algılanmasını sağlayacak bir etiket, yazı da yapıştıramamıştık. Sanırım cam yok zannetti. Benim çalıştığım yerde daha öncede böyle bir şey olmuştu. Ben bunlara görünür-görünmez kaza diyorum. Tamamen göz yanılgısı. 
- Yani bir intihar g...
- Hayır !!! asla.. size söylüyorum tamamen bir göz yanılması. Orda olaya şahit olduğum için kesinkes söyleyebilirim ki asla bilerek yapılan bir hareket değildi.
Baba sıkıntıdan şişirdiği göğsünü nefesini tamamen dışarı vererek rahatladı.
- Çok sağol kızım... Talihsiz olayları üst üste deneyimledi oğlum, bu yüzden korktum.
- Merak etmeyin, o güçlü biri ve bu onun için son talihsizlik olacak, dedi gülümseyerek.



***********************



Siyah bir araba mağazanın önünde durdu. Dışardan korna sesi geldiğinde saatlerdir yaptığı çizimden başını kaldırıp baktığında Can' ı gördü. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle hemen geleceğini işaret etti. Masayı acilen toparladı ve mağazayı kilitleyerek arabaya bindi ve özlemle onu öptü. 


 ************************


O gün hastahanede Can' ın babasına söyledikleri gerçek değildi ama onun bunu bilmesine gerek yoktu. Bu genç adam gibi, seneler evvel o da herşeyden vazgeçmeyi düşünmüştü. Başarısız uygulamadan sonra uzun süren tedavi ve terapilerle kendine ne yaptığını anlamaya başlamıştı. Eğer tekrar yaşıyorsa, mutlaka günün birinde ona bu hayatın bir hediyesi olacaktı. Yeniden kurgulamaya, yeniden yaratmaya çalıştığı hayatına bir can hediye etmişti çünkü o. Ve o gün bir toplantıda olması gerekirken tam da oradaydı. Olayı gözleriyle görmüştü. Genç adam vitrinden ona bakıyor ama görmüyordu. Elleri yumruk olmuş, yüzündeki sinir damarları dışarı doğru çıkıyordu. Kötü bir şey olacağını önceden sezip, yine de olduğu yere mıhlanmak böyle bir şeydi herhalde. O cama kendini fırlatıncaya kadar durdu kilitlenmiş gibi. Sonrasında onu hemen hastahaneye alıp gelmesini, polislerin hastahaneye gelip olayı anlattırmalarını, verdiği ifade de aslında bunun sadece bir kaza olduğunu, cama bir uyarı yapıştırmadıkları için kendilerini suçladıklarını sıraladı teker teker. Ardından hastahaneye hergün onu ziyarete geleceğini ve bu aşamaları atlatması için yardım edeceğine söz verdi kendine. 

Can kendini bir süre kapadıktan sonra bir gün genç kadının elinde bir şeyle geldiğini gördü. Yaklaştığında onun üstünde pembe çiçekler açmış kaktüs olduğunu görünce tamamen çözüldü. O günden sonra birbirini iyi anlayan, aynı yoldan geçmiş iki insanın kalplerinin arasında yeni bir çiçek de filizlenmiş oldu. Birbirlerine "can hediyesi" oldular.







{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: kullanılan görseller Google ve M©MENT©S arşivindendir.



12 Eylül 2010 Pazar

...




Ve dedim ki kalbime, budalaya ne olduysa
olacaktır bana da...
Git yoluna, ye ekmeğini coşkuyla,
ferah gönülle iç şarabını da
ne yapacağını bilmiş Tanrı önceden.
Giydiğin hep beyaz olsun,
başından eksik olmasın merhem.
Yaşa keyfince sevdiğin kadınla
günlerin gururla dolsun,
o da Tanrı' nın armağanıdır sana.
Gurur dolu günlerin
görüp göreceğindir hayatta,
bir de güneşin altında harcadığın emek...
Yürü kalbinin gösterdiği yolda
gözünle gördüğünü tanı:
ama bil ki bütün yaptıkların
yargısına uğrayacaktır Tanrı' nın.


"Veronika ölmek istiyor" kitabından alıntı bir şiirdir. Yazarı bilinmiyor.




{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-





asl' olan gitmektir...



Yurdum sınırlarında bayram yaşanıyor. Şeker tadında, tatlı kıvamında. Bunlardan pek nasibimi aldığımı söyleyemeyeceğim doğrusu. Zira ne ziyaret edilecek ailem var, ne de akrabalarım. Sadece Bodrum-Turgutreis' te yaşayan ablam ve ailesi var, onlarla da telefon destekli görüşmelerle, kameradan el öpmelerle (!) işi halletmeye çalışıyoruz. Ancak bu bayram ziyaret ettiğim bir yer vardı ki görülmeye değerdi cidden ve fotoğraflarla kayıt altına aldığımdan bu günü mutlaka paylaşacağım. Öncelikle ne zamandır görüşmediğim dostum Nessuno ile bir bayram kutlaması yaparız kendi aramızda dedik ve havayı da güzel gördüğümüzden bir ada yapalım mutlaka, bunlar yazın piyasadaki son günleri ve altın değerinde diye düşündük (daha doğrusu Nessuno düşündü). O zaman hava güzel olursa suya değmek de caiz olur hissiyatıyla yanımızda su geçirir giysilerimizle yola çıktık. Bostancı iskelesinden artık vapurdan bozma motor irileriyle adalara gidilmekte. Bizim gideceğimiz ada Kınalı mı, Burgaz mı olsun diye düşünürken "marta koyu" ndan bahsedince Nessuno, birden ilgimi çekiverdi. Bir kadın ismiyle anılan koyun öyküsü de, yola martı çığlıklarıyla eşlik edince pek keyiflendim. 



 



Karaya ayak bastık ve tepemizde uçuşan martı sürüsünü görünce Orhan Veli' yi de anıverdik. Denizdir bu yorar, acıktırır bizi diyerek, bir kaç nevale almak için etrafa bakındık. Can bu ya; tam da o anda simit istedik. Bir tane simitçi bulamadık (pastahane simitleri hariç) Olsa olsa fırınlarda vardır deyip fırın aradık. Verilen tarife göre yürüdük, bulamayınca bir kez daha birine sorduk ve daha önce hiç bilmediğimiz daracık sokaklarını keşfeder bulduk kendimizi. Fırına vardığımızda ise asırlık bir çınarla karşılaştık. 







600 yıldır Burgazada' da yaşayan Çınar ağacının önünde saygı ile eğildik. Bir simit almak için fırın aramak ve o fırına ulaşmak için daha önce geçmediğimiz sokaklardan geçerek, sonunda günümüze taç gibi konacak bu ağaçla tanıştık. Peki simit bulabildik mi? Kocaman bir HAYIR ! :) Ama bunu dert etmedik tabii ki, zira simit isteğimiz bizi amaca ulaştırmıştı. Biz de kendimizi isteklerimize bıraktık ve önümüze ilk gelen pastahaneden birşeyler alıp, başladık yürüyüşe. Deniz kenarından yokuşa doğru tırmandık. Koyu görür gibi olduk ama inişi bulmak için biraz bakındık. Zira oldukça dik bir iniş söz konusuydu.




Önümüze gelen yoldan emin olarak inip, meşhur Marta' nın koyuna vardık. Toplasan 12-13 kişiydik. İki derisi köseleye dönmüş bembeyaz saçlı deniz adamı, şezlong-şemsiye hizmeti veriyorlardı. Ayrıca isteyene çay, kahve ve soğuk kola ile su . Şezlonga serilen havlu ve peştemala bedeniyle eşlik etti Nessuno ancak bu yürüyüşün ardından beni serin bir deniz paklardı. Nitekim kendimi suya bırakıverdim. Şehir içinde onca kalabalıktan bir anda sıyrılıp, sanki dünyada bir kaç kişinin bildiği herkesten uzak bir sayfiye yerindeydik işte. Beynim bedenim sıfırlandı. Sadece dalga sesleri vardı sahile vuran. Güneş tüm ısısını veriyordu biz aşağıdakilere. "nasılsa eylül güneşi, bir şey olmaz kremlenmesem" diye düşünsem de vücudumda dolaşan ışınlar rüzgar kesildiğinde acıtmaya meyilli olduğunu fısıldıyordu. Çareyi biraz kremlenmekte, çokça denize girmekte buldum. Nevalelerimizi çıkartıp yedik, denize girdik, çokça sohbet ettik, etrafı gözlemledik. Dönüşe ayarladığımız bedenlerimizi sakince yola çıkardık. Nessuno önde, ben arkada indiğimiz yolu bir daha gelmek arzusuyla yukarı tırmandık.





Dönüş yolunda bulutlar sarmaya başladı göğü sanki "zamanında kalktınız" der gibi. Sonbaharın bu tatlı zamanlarını seviyorduk. Üstüne hafif bir şey almakla almamak arası, biraz üşünse bile kolları sıvazlayınca ısınılan, biraz daha havaya direnilen ama o sıcaklardan sonra asla şikayet kelimeleri kullanılmayan bu havaları seviyorduk. Pastırma yazı daha olacaktı ve biz yine gelecektik buraya bunu da biliyorduk. 




  
Dönüş için belirlediğimiz vapur saatine daha vardı ve aşağıda bir kafede demli çay yanında cevizli-bademli bir çörek iyi gidecekti. Vapura bindik, herkes gün yorgunluğunu tatlı bir rehavet olarak yüzünde yansıtarak sakince oturuyordu. Bostancı' da şampiyonda bir kokoreç ve ayranla artık günü tamamen kapatmış ve yol ayrımına gelmiştik. Vedalaştık ve Nessunoyu kendi güzergahına yolculadım.








Minibüs rüzgar gibi uçtu gitti. Gün bitti. Keyifli bir günün tadı, içinde türlü macerasıyla damaklarımızda dağıldık, evli evine, köylü köyüne, evi olmayan (niyeyse?) fare deliğine... :) 








{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-





not: kullanılan görseller M©MENT©arşivindendir.


9 Eylül 2010 Perşembe

çok romantik öyküler (3)



Dolmuş durağına geldiğinde uzun bir kuyruk olduğunu gördü. Oysa hemen eve gitmekti niyeti. Yüzünün çizgileri aşağıya düştü ve hayalkırıklığıyla sıranın sonuna geçti. Güneş, batmak üzereyken bile sıcaklığını koruyordu. Çantasından kağıt mendili çıkartıp, üzerine lavanta kolonyasını püskürttü ve boynuna, yüzüne sürdü. Biraz olsun rahatlamıştı. Önündeki sırada bekleyen genç adam kokunun etkisiyle bir an dönüp baktı. Sanki yüzünde belli belirsiz bir gülümseme farketti.

********************




Lavanta, çocukluğunda tanıştığı bir bitkiydi. Anneannesi oturdukları 4 katlı evin -ki o zamanlar böyle devasa binalar, apartmanlar yoktu mahallelerde, en fazla görülen kat sayısı 5 idi- bahçesinde, kendine küçük bir alan ayırarak lavanta yetiştirme sevdasına tutulmuştu. Lavanta tohumunu ektikten en az 2 sene sonra ürün verdiğinden, uzun süre sokakta lavanta torbacıkları satan kadınlardan aldıklarıyla idare etmişti.Lavanta şurubu bile yapmıştı bir keresinde, çok hoşuna gitmişti ev halkının. Bahçede yetişen ilk ürünü doğruca eczacı dostlarına götürmüş ve o da laboratuarında kolonya yapmıştı onlar için.  Evde tüm dolapların içinde mutlaka minik lavanta torbacıkları bulunurdu. Çarşaflar, havlular, giysiler, hatta ayakkabılar bile lavanta kokardı. Bu koku, onun çocukluk hafızasında epey büyük bir yer tuttuğundan, kendisiyle ilgili tüm bilgiyi kaybetse bile, lavantayı daima hatırlayacağını düşünürdü hep. Şimdi anneannesi yoktu ama her lavanta kokusunda tüm hatıraları, tüm renkleriyle yanıbaşında oluyordu.

***********************

Dolmuş kahyasının "küçükhanım, birini mi bekliyorsunuz?" sorusuyla lavanta kokulu düşüncelerinden hızla sıyrıldı. "pardon dalmışım" dedi. Mahçup bir gülümsemeyle dolmuşa bindi. Araç hareket etti. Çantasından bozukluk bakındı, bulamayınca kağıt parayı uzatmak istedi ve yerinden kalkıp şoföre uzattığında çok dik yokuşu çıkmaktaydı araç. Şoför parayı alırken aniden yokuşta önüne çıkan aracı son anda farketti. Çarpışmamak için sağa doğru kırarken vitesi de küçültmeye çalıştı. Bütün bunlar olurken araç silkelendi, tam o esnada ayakta parayı uzatmış olan genç kadın dengesini koruyamayıp koltukta oturan yolcunun kucağına oturuverdi. Bütün bunlar o kadar hızla olmuştu ki, genç kadın şaşkınlıktan bir süre kalkamadı. Yokuş bittiğinde yüzü kıpkırmızı bir halde binlerce kez özür dileyerek yolcuya döndüğünde kuyrukta önündeki genç adamın olduğunu gördü. O da önemli olmadığını, allahtan düşmediğini söylüyordu. 

İneceği yerde şoföre seslendi ve kapıya yönelip hemen kendini dışarı attı. Arkasından birinin daha indiğini görünce dönüp baktı ve ikisi de kahkahalarla gülmeye başladılar. Tam bir sinir boşalması yaşanıyordu. yanyana kaldırım kenarına oturarak gözlerinden yaş gelinceye kadar güldüler.

Bir süre sonra rahatladıklarında genç adam "aslında bu tamamen bir kader" dedi. "Nasıl?" "Sırada beklerken o lavanta kokusu beni o kadar etkiledi ki, çok eskilere gittim bir anda ve keşke bana da ikram etse kolonyadan diye düşündüm" "yoksa sende mi seversin lavantayı?" "evet, küçükken eczacı dedemin laboratuarında bir arkadaşının getirdiği lavantaları kolonyaya dönüştürmesini izlerdim, bazen yardım etmeme izin de verirdi" "inanamıyorum, bu hikaye bana çok tanıdık geldi" "?" "anneannem lavanta sevdasıyla evimizin bahçesinde yetiştirdiği ürünleri eczacı bir dostuna götürürdü ve kolonya yapılırdı onlardan.. yoksa sen?" 


Hayatın onlara tatlı bir sürpriziydi bu buluşma ve devamı da kaçınılmazdı.







{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: görsel Google'dan alıntıdır.


1 Eylül 2010 Çarşamba

çok romantik öyküler (2)



Hava çok sıcaktı. Kadıköy' e vardığında "eve hangi araçla gitmeliyim?" diye düşündü. Klimalı otobüsleri tercih etse bu saatte oldukça kalabalıktı, üstelik yorgundu, "ayakta o kadar yolu gidemem" dedi içinden. En iyisi minibüse binmekti.

Son anda kalkmak üzere olan minibüse baktı, bir kişilik yer vardı en arkada. Aslında oturmak için iyi bir yer sayılmazdı ama diğer minibüsün yolcuyla dolup kalkmasını beklemek işine gelmiyordu. Çaresiz "nasılsa birileri iner, yer değiştiririm" düşüncesiyle bindi ve oturdu. 

Bir süre yol alınca birden hiç rüzgar esmediğini farketti. Bayılacak gibi oldu. Aracın tavan penceresi açıktı sadece. Diğer pencereler sanki çivilenmiş gibiydi. Ağzını açıp bir şey söyleyecek oldu ama halsizdi, sustu. 

Zaten şoför de kapı açık gittiğinden yeteri kadar rüzgar gelmeye başlamıştı, ferahladı biraz. Bu yaz çok zorlanmıştı. Belki de her yaz böyleydi de, sıcağı sevmediği için her yıl bir öncekini unutup, o anı yaşıyor ve mutlaka o senenin daha bunaltıcı olduğunu düşünüyordu. Aslında soğuk ülkede yaşamalıydı. Bunu her seferinde söylüyordu, yeteri kadar söylerse sanki gerçekleşecekmiş gibi.


Biraz rahatladıktan sonra çantasından kitabını çıkardı. Bu uzun yol başka türlü bitmezdi. Hem okuduğu kitap da gittikçe sürükleyici bir hal alıyordu. Orta yaşı geçmiş dışişleri bakanı olan bir adam, yolları uzun zaman sonra yeniden kesişen, bir büyükelçinin karısına aşık oluyordu. Üstelik karşılıksız değildi bu aşk. Ama ümitsizdi. İkisi de evliydi ve çaresizce çırpınıyorlardı. Her fırsatı yurt dışında kaçamaklarla değerlendiriyorlar, adam özellikle kadın nereye giderse gitsin onu buluyor ve romantik anlar yaşatıyordu. 



Kitaptaki satırların ona ne getireceğini bilmeden heyecanla devam ediyordu okumaya. Arada başını kaldırıp nereye geldiklerini, ne kadar yol katettiklerini görünce, iyi ki kitabı yanıma almışım diye düşündü. 


Bir ara ön koltuktaki iki kişi inmek üzere ayağa kalkınca hemen fırsatı değerlendirdi ve cam kenarına geçti. Hemen elini camı açmak üzere mandalına götürdü, ne kadar uğraşırsa uğraşsın açılmıyordu bir türlü. "Camlar açılmıyor mu şoför bey?" diye seslendi. "Açılması lazım ama kuvvetlice çekmek gerek" diye seslendi şoför. Kadın gücü yettiğince itmeye çalıştı ama başaramadı. Hemen bir ön koltuktan genç bir adam kalkıp iki hamleden sonra camı açmayı başardı. Kadın "erkek kuvveti bu olsa gerek" diye düşündü. Adam çoktan öndeki koltuğa oturmuştu. Kadın, onun omuzuna dokunarak "teşekkür ederim" dedi. Adamsa hafifçe yan dönerek "rica ederim önemli değil".


Açılan camdan olanca gücüyle oksijen giriyordu içeri. Başını kaldırıp derin derin soludu havayı. İyi geldi. Sonra yine satırlara gömüldü. Heyecanla ve merakla koşuyordu satırlarda gözleri. Bir insanın tüm uzuvlarıyla yaşadığı aşka tanıklık ediyordu. Öyle ki; 1950-1960 dönemlerinde geçen bu öykünün, o dönemin düşünce yapısı akla geldiğinde, bu öykü kahramanlarının ne kadar cesur olduğu ve yaşadıklarını sahiplenme duygusu daha da öne çıkıyordu. 


O esnada öndeki genç adam inmek üzere ayağa kalktı, şoföre seslendi. Kadının hemen önünde tutunduğu demirden elini çekerken bir kağıt parçası kadının üzerine doğru düşmek üzereydi ki; minibüsün hızla kalkması sonucu camdan ve kapıdan gelen rüzgarla kağıt uçup ön koltukların altına doğru sürüklendi. Öyle ani olmuştu ki herşey, kadın bir kaç düşünce arasında gitti geldi. Acaba genç adam bir kağıda bir şeyler yazdı ve o kağıdı da inerken kadının kucağına mı bırakacaktı? Yoksa cam ve kapının açık olmasıyla yerden havalanan anlamsız bir kağıt parçası mıydı bu? 


"Okuduğum kitabın romantik öyküsü beni bu düşünceye itti sanırım", deyip minik gülümsemeyle kendini toparladı. Bir kaç durak sonra da indi, evine doğru yol alırken bu olayı da çoktan unutup gitti.


**************************

Minibüs son seferini tamamlamış, durağa girmişti. En son uyuklayan yolcuyu da indirdikten sonra şoför, aracın içini ertesi güne hazırlamak için bütün koltukları dolaştı, herhangi unutulan bir şey var mı diye. Boş su şişeleri -şu günlerde en çok tüketilen ve araçların içinde bırakılan şey buydu-, okunmuş dergi ve gazeteler dışında pek birşey olmazdı genellikle. Bir de ayakta bozuk para çıkartırken dengeyi sağlamaya çalışma esnasında düşen 10-25 kuruş gibi küçük paralar. Elinde minik süpürgeyle koltuk altlarını ve orta alanı süpürmeye başladı. Süpürgenin önüne katıp getirdiği düzgünce katlanmış kağıtta büyük harflerle birşey yazıyordu. İlgisini çekti, açtı baktı. 

"Hanımefendi, minibüs içinde sizi rahatsız etmeden nasıl yaklaşacağımı bilemediğimden bu notu yazmaya yeltendim, beni affediniz. Rica ederim beni yanlış anlamayın, ancak bu başıma ilk defa geliyor. Sizin beni tanımadığınız gerçeğinin farkındayım ancak size bu notu yazma cesaretini başıma ilk defa gelen bu duygudan alıyorum. Lütfen beni arayınız. Sizi tanımak bu dünyada isteyeceğim en önemli şey. Saygılarımla, Ali Ertem 0532.............."


Yüzünde gülümseme ile içinden şöyle geçirdi; "ben direksiyon sallarken ne aşklar başlayıp bitiyor kimbilir...."






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-





not: görsel Google'dan alıntıdır.