30 Ağustos 2011 Salı

kalbe batan diken






Artık dayanacak gücü kalmamıştı. Durağa kadar ayağını sürüdü ve tüm vücudunu kütle halinde banka bıraktı. Yol boyunca dudaklarını ısırarak ve sessizce döktüğü gözyaşlarını tamamen bıraktı ve haykırarak, iç çekip sarsılarak ağlamaya başladı. İmkanı yok kendini durduramıyordu. İçinde zıp zıp zıplayan iğneden bir top vardı sanki ve acı her seferinde tam kalbine oturuyordu. Etrafından gelip geçen insanlar ona bakıyor ama o aldırmıyordu. Sadece hıçkırıklarla gelen dalgalara bırakıyordu kendini.


(iki gün önce)


Doktor arkadaşının ofisine ziyarete gitti. Randevu saatleri aksadığından epey hasta birikmişti ama kararlıydı, onu bekleyecekti. Zira artık ona telefonla ulaşmak mümkün değildi. Hem yüzünü görür, sağlığından emin olur, hem de gözlerinin içine bakarak anlatacaklarını dinlerdi. Çok uzun senelere dayanan dostlukları vardı. Derinliğine kendini bu denli rahatça bırakabileceğin türden dostluklar maalesef yoktu günümüzde.

Nihayet hastaları bittiğinde birlikte deniz kenarında muhteşem manzaralı bir kafeye gittiler. Onun hafiften topallayarak yürüdüğünü ve arada yüzünde ağrının izlerini görünce, ne olduğunu sordu doktor arkadaşı. Yaklaşık bir seneden uzun süren topuk dikeni rahatsızlığından bahsedince de şaşırdı. "Bu rahatsızlık bu kadar uzun süremez ya!" diye de hayretini ifade etti. Hastahanede bir arkadaşı olduğundan ve bu konuyu halledeceğinden bahsedince, pek inanası gelmemişti. Öyle uzun zamandır bu hastalıkla içiçeydi ki, sürekli ortopedik tabanlıklı spor ayakkabı giymekten, artık normal ayakkabı giymeyi unutmuştu. En çok da sabahları yataktan doğrulup, ayağını yere basmasıyla ağrıların artması canını sıkıyordu. Eğer bu ağrı geçerse ne kadar rahatlayacağını düşündü ve yarı inanır, yarı inanmaz bakışla sohbete devam ettiler.

Ertesi gün doktor arkadaşı bir sonraki gün için randevuyu almış ve onu aramıştı. Sabahı iple çekti. Hemen yola koyuldu ve hastahanede onun geleceğinden haberdar olan doktorun yanına çıktı. Ayağındaki çorabı çıkartmasını söyledi doktor, muayene yatağına uzandı. Muayene ederken topukta öyle bir yere bastı ki, gözünde şimşekler çaktı. O bölgeye, bir iğne yapacağını, kortizon içeren bu iğneden hemen sonra bir rahatlama olacağını ancak tedavi sonrasında göstereceği egzersizleri muhakkak yapmasını söyledi ve iğne faslına geçtiler. Ayağını dümdüz, kıpırdatmadan tutmasını, ani hareketten kaçınmasını rica etti doktor. Tamam der gibi başını salladı. Derin nefes aldı ve tam o anda ikinci şimşek dalgası geldi. Tam o bölgeye iğne girdiğinde, sanki bir kedi kalbini tırmalıyor, defalarca çiziyor gibi hissetti, nefesi kesildi. Gözlerinden yaşlar gayri ihtiyari süzülmeye başladı. Doktor, iğnenin batıp çıkışının çok kısa sürdüğünden bahsediyordu ama ona asır gibi geldi. Tam kalbinde kahve telvesi gibi koyu, büyük parçalar halinde acı hala devam ediyordu. Yüreği ağzına kadar gelmiş ve rehberini kaybetmiş gibi orda kalakalmıştı.

Doktor ona yapacağı egzersizleri gösterdi, ağrı süreci hakkında bilgi verdi ve geçmezse gelin bana hesap sorun dedi gülerek. Hayır, çok istese de o gülemiyordu. Belki yalancı bir gülümseme kondurmuşumdur dudağımın kenarına diye düşündü. Teşekkür edişinde bile acılı çizikler vardı.

Arkadaşını buldu, ona da teşekkür etti ve otobüs durağına kadar yavaş adımlarla yürüdü. Gelen otobüse bindi ve şansına bir yer de bulup oturdu. Yarı yolda birden tokmaklarla vuruluyormuş gibi topuğunda ağrı hissetmeye başladı. Gittikçe çoğalıyordu. Gözünde kocaman gözlükleri, yaşla dolan gözlerini saklıyordu ama içinden katıla katıla gelen ağlama hissini daha fazla durduramayacaktı. Yaşlar yanaklarından süzülmeye başladığında, aktarma yapacağı durağa gelmişti. İndi ve artık haykıra haykıra, doya doya ağlamaya başladı.


Sonrasında doktorun söylediği herşeyi uyguladı ve 3 hafta sonra artık tamamen sağlığına kavuşmuş, spor ayakkabılarından en azından sadece spor yaparken giymek üzere kurtulmuştu. Ama topuğundaki dikenin, uzanıp kalbine batmasını hiç unutmadı.





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-








(Kullanılan görsel google' dan alıntıdır.)



28 Ağustos 2011 Pazar

bir geziden kırıntılar







Sapanca gölünün ör(n)dek ailesi

gölde gezinti yapmak isteyenler için bisiklet


suyun içinde saklandığını sanan kurbağacık

prens' e dönüşmek için öpülmeyi bekleyen kurbağa (!)
Maşukiye' deki şelalelerden                


Gölcük gölü




























Göynük' te bir cami

Cami bahçesinden detay










                   Göynük evleri

Göynüğün dar merdivenli sokakları




 Akşemseddin Hz. türbesi  

tepede konuşlanmış Zafer Kulesi  

Göynük' ten ayrılırken Zafer Kulesi görüntüsü

Mudurnu' da ahşap işçiliği muhteşem Armutçular Konağı

        Konağın tavan detayı

Kanuni Sultan Süleyman Camii



Kanuni Sultan Süleyman cami kapısı

işçiliği muhteşem bir başka konak



Yıldırım Bayezid Camii           



       Yıldırım Bayezid Hamamı

 Mudurnu çarşı içinde bir bina detayı

Bakırcılar çarşısında bir dükkan



Abant' ta yeni düzenlemeler ve yol yapımı sonucu otobüsler içeri sokulmadığından ve gezimizin son gününde iyice bitap düşüp, orda da toz toprak içinde kaldığımızdan ancak iki kare ile yetinmek zorunda kaldım.


Abant gölünde serinleyen yapraklar







{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-









not: fotoğraflar ​M©MENT©arşivindendir.​



26 Ağustos 2011 Cuma

fragman








Gece, evlerin üstüne yaslandı. Yanyana irili ufaklı binalar, karanlıktan korkan çocuklar gibi birbirlerine sığındılar. Ansızın bir gök gürledi ve iri damlalarıyla yağmur döküldü üstlerine. Daha da yaklaştılar birbirlerine, sindiler oldukları yerde. Kimi ışıkları açtı korkudan, kimisi müziği. 

Sabaha kadar, sokakların bıçkın delikanlıları gibi tek başına korkusuzca dimdik duran sokak lambalarıyla lafladılar. Gün doğmak üzereyken bu geceyi ve korkularını unutup, sessizce dimdik duracaklardı yine, hiç kimseler farketmeden.






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-







odak






Tropfest 2011 Kısa Film yarışması finalisti bu film seyretmeye değer. Gördüklerimizin ardında silik kalan göremediklerimizi bir gün gördüğümüzde ya da odağımızın değiştiği anlarda yaşadıklarımıza örnek güzel bir çalışma. 

İyi seyirler...

 



{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


22 Ağustos 2011 Pazartesi

morg (2)








Öyle uzun süre uyumuştu ki, gözlerini açtığında karanlıktı ortalık. Oda servisini aradı, yiyecek bir şeyler istedi. O arada hemen duşa girdi ve kendini soğuk suyun altına bıraktı. Daha iyi hissediyordu. Biliyordu ki, zaman geçtikçe daha da iyi hissedecekti. Kendini buna inandırınca rahatladı, tam o esnada kapı çalınca gelen oda servisinin, onu girdiği düşünce girdabından çekip çıkarmasına sevindi. 

Balkon kapısını açtı, önce soğuk su, ardından oksijen iyi gelmişti. Evet gitgide daha iyi hissediyordu. İlk aldatılan o değildi, dünya yıkılmayacaktı o bunu yaşadığı için. Sürpriz bir şekilde başlayan bu aşk için teşekkür ediyordu hayata ama yine de bu aşk yıkıntısı altında kalmayacaktı. 

Balkon sehpasına gelen yiyecekleri koydu, gecenin sessizliğini bölsün diye televizyonu açtı. Manzaraya bakarak ağzına ilk lokmayı attı. Epeydir bir şey yememiş gibiydi. Mide çarkları öyle süratli çalışıyordu ki, birden hızlı hızlı yediğini farketti. "Herhalde aşk acısından kendini yemeğe vurmak böyle bir şey" dedi. 

Birden içerdeki televizyondan onu şaşırtan, beyninde soru işaretleri yaratan bir şeyler duydu. Kendini şu anda bulunduğu dünyadan çok uzak hissetti. İçeri gitti, sesini iyice açtı televizyonun. Görüntülerde, yıkıntılarla dolu bir şehir vardı. Gördüğü ve duyduğu şeyleri beyninde örtüştüremiyordu bir türlü. Bugün günlerden neydi? O uyurken yüzyıllar mı geçmişti? 

Resepsiyona telefon açtı hemen, tarihi sordu. Aldığı cevapla kalakaldı. Neredeyse 2 gün olmak üzereydi o uykuya kaçtığından beri. "Nasıl olur?" dedi. Gözlerinden ilk defa yaşlar süzülmeye başladı. Haberde hem yaşadığı büyük şehrin, hem de diğer evin bulunduğu banliyönün derecesi yüksek bir depremle ağır hasar aldığı anlatılıyordu görüntülerle beraber. 

Aklını kaçıracak gibiydi. Telefonu geldi aklına, hemen koşup açtı. Bir kaç çağrı ve mesaj geldi açtıktan sonra. Ailesiyle irtibatı sağladı, herkes iyiydi, biraz rahatladı. Telefonuna gelen arama listesinde mimar da vardı. Deprem olmadan hemen önce aramış, ulaşamayınca da mesaj göndermişti ona.  

"Sevgilim, biliyorum bir süredir sana sıkıntı yaşattım ama tüm bunların ne seninle, ne de bir başkasıyla alakası yok. Bu akşam sana çok önemli bir şey söyleyeceğim ama sana ulaşamıyorum, nerdesin?" 

Numarayı defalarca çevirdi ama yanıt yoktu. Hemen giyindi, araba kullanamazdı bu halde, ailesi de yolların güvenli olmayacağını, uçakla dönmesini söylemişti. Havaalanının yolunu tuttu. 

Uçak inene kadar binbir senaryo üretti. Ona bir şey olmaması yönünde milyon defa dua etti. Onu aramaya nerden başlayacağını bilemiyordu. Uçaktan iner inmez banliyödeki firma sahibi dostunu aradı. Ordaki evi kontrol etmesini rica etti, evde birilerinin olmasından şüphelendiğini ekleyerek. Hemen birlikte yaşadıkları eve koştu. Orası sağlamdı ama evde kimse yoktu. 

Daha sonra banliyödeki dostundan bir telefon geldi. "Ev tamamen çökmüş ve bir kadın, bir erkek iki ceset var" diyordu telefondaki ses. Bayılacak gibi oldu, nefesi kesildi. Cümlenin devamında ise mimarın çok yakın arkadaşı ve tanımadığı bir kadın olduğunu anlıyordu. Öyle bir durumdaydı ki; kendi evinin yıkıntılarından bir ölü çıkıyordu, buna üzülse miydi, yoksa onun mimar olmadığına sevinse miydi? İki duygu ne kadar birbirine yakındı, ilk defa anlıyordu. Hafif bir mide bulantısı geçirdi. Yüzüne su çarpıp, derin nefesler aldı. 

Onu bulmalıydı. Bulmalı ve gözlerine bakarak konuşmalıydı. Mimarın ailesini arayıp, bir haber var mı diye sorsa, onları da telaşa mı vermiş olurdu? Ortalık yıkıntı doluydu ve kimin nerde olduğunu mutlaka öğrenmeliydi. Telefonu çevirdi, mimarın babası çıktı telefona. Sesi titriyordu yaşlı adamın. Kalbi hiç bu kadar ağzına yakın bir yerde atmamıştı. Elinde telefonla yere yığıldı kadın.

*********

Baygınlık, sonrasında krize dönüşünce hastahanede müdahale edilmişti. Ailesi ve arkadaşları koşturdu yanına. Hiç bir şey teselli edemiyordu onu. Sürekli ağlıyordu, ağlamak istemese bile gözyaşları gözünden atlayıp intihar ediyorlardı. Hastahanede daha fazla kalmak istemiyor, bir an önce sevgilisini morgta son kez görmek istiyordu. Kimse ikna edemedi onu, gözleri kararlılığını keskin bakışlarla anlatıyordu.

***************

Mimar, onunla tanıştığı zamanlarda çalıştığı işten bir yanlış anlama sonucu ayrılmak zorunda kalmıştı. Yeni bir iş için  görüşmeler yapmaktaydı. Kadına bu durumu anlatıp, onun da keyfini kaçırmayı, kendisinden başka bir kişinin daha gelecek endişesi taşımasını istemiyordu.  Nitekim akabinde iş buldu, ancak şehirden uzaktaydı. Hem yeni işin getirdiği yük, hem de şehirden uzakta oluşu yüzünden eve epey yorgun ve geç geliyordu. Eski işiyle ilgili de dava açmıştı, kendini aklamak ve düştüğü zor durumun maddi manevi karşılığını almak istiyordu.  Herşey sonuçlandığında tüm bunları kadınla paylaşacak ve onunla ilişkisini bir üst kademeye taşıyacaktı.

Hayatlarının yıkıntı altında kaldığı gün ise, çok yakın bir arkadaşı ondan banliyödeki evin anahtarını istemiş ve çok özel bir görüşme yapacağını söylemişti. Evde kalmayacağını ama görüşmeyi yapacağı kişiyle başbaşa olacağı çok özel bir yere ihtiyacı olduğunu ve onu kırmamasını rica edince karşı çıkamamış, anahtarı verdikten sonra da iş yoğunluğuna girince, kadını bundan haberdar etmeyi unutmuştu. Bu arada gelen telefonla eski işyerine açtığı davayı kazandığını, epey yüklü bir tazminat ve işe geri dönme garantisini de aldığını öğrenince, işte şimdi tam zamanı diye düşünüp, kuyumcu da bekleyen yüzüğü alıp, eve doğru yola koyulmuştu. Tüm bu süreçte sevgilisine uzak durduğunun farkındaydı ama eros onları bir kez buluşturmuştu ve mimar aşka inanan nadir erkeklerdendi. "Bu akşam herşey bizim için yeni ve yeniden başlıyor olacak" diye geçirdi içinden gülümseyerek. Telefonla aradı kadını, ulaşamadı. Hemen mesaj yazdı.

Tam o esnada gülümsemesi dudaklarında dondu. Ne olduğunu anlamamıştı bile. Deprem onu yolda yakalamıştı. Bir viyadüğün altından geçmesine saniyeler kala, şiddetli sarsıntıyla viyadük çökmüş, hızla gittiği için düşen yol korkulukları aracın kaputundan girmiş ve kalbine saplanmıştı. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, görevliler yüzündeki tebessümü gördüklerinde yaşıyor sanmışlardı önce.

Tüm şehir acılarını sarmakla uğraştı uzun süre. Zaman akıp gitti ve unutuldu kağıttan yapılmış koca şehrin görüntüleri. 

Kadın ise parmağında mimardan kalan yüzük ve yüreğindeki daimi acıyla kendini evine kapattı. Onun için yanlış düşüncelere kapıldığı, gördüklerini değerlendiremediği, kaçtığı için kendini ölene kadar affetmedi.




(bitti)





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


21 Ağustos 2011 Pazar

morg










Görevli dolabın kapağını açtı, sürgü rafı dışarıya çektiğinde soğuk buhar, yüzlerine çarptı. Raftaki örtü aralandığında, kadının o ana kadar sımsıkı tuttuğu sinirleri, zembereğinden boşaldı. Morg; bir anda hıçkırık, haykırış ve gözyaşıyla doldu.


Sakinleşmesi için verilen su dolu bardağı iki eliyle tutamayınca, görevli yardımcı oldu. Bir kutu mendili önündeki sehpaya koydu bir başka görevli. Kadın uzun uzun ağladı. Morgtaki görevliler ceset bulunduğunda üstünden çıkanları bir poşete koymuş, kadına vermişlerdi. Bir iki prosedürden sonra ordan ancak çıkabildi. 

Dağılmış halde bindiği taksiden, sahilde bir yerde indi. Dalgalara karşı oturduğu bankta, güneşin battığını farketmedi bile. Akşam, kopkoyu bir yalnızlıkla gelip oturmuştu yanına.


"Benim ruhumun parçalandığı gibi parçalanmış göğüs kafesi... ne acı!" diye mırıldandı. Bacaklarının üstünde avuç açmış gibi duran ellerinde tuttuğu kırmızı kadife kutunun üstüne, bir kaç damla gözyaşı düştü.




(beş sene önce)


Arabasıyla büyük şehirden, banliyöye gidiyordu. Bir dostunun şirketinin muhasebe kayıtlarına yardımcı olmak için haftada bir kez bu yolculuğu yapıyordu. Önceleri angarya gelen bu iş artık onun hoşuna gitmeye başlamıştı. Yoğun geçen günlerin ardından, bu küçük yerleşim yeri öyle huzur vermeye başlamıştı ki, "acaba burdan bir ev edinsem mi?" diye düşünmüştü. Bu fikrini, şirketin sahibi dostuyla paylaşınca hemen onun seveceği, tatillerde ve haftasonları kaçabileceği, şirin minik bahçesi olan bir ev buldular ve satın alma işini çarçabuk hallettiler. Böylece kimi zaman şirketin muhasebe  işlerini hafta sonuna denk getirip, dönüşte de kendi evinde kalabilirdi artık. 


Evin dekorasyonu için, çok büyük bir market olan firma ile  görüşmeye gitti. Firmadaki görevliler, uygun dizayn yapabilmek için evin konumu, ışığı, metrekare bilgilerini almak üzere bir mimar görevlendireceklerini, ne zaman uygun olunursa birlikte eve bakmaya gidebileceklerini söyleyip,  onun telefonunu aldılar. Hafta içinde telefonu çaldı, mimar arıyordu. Hemen bir gün saptadılar, adresi verdi ve evde buluştular. 






İlk görüşte ikisi de kalplerine eros' tan gönderilen okla vurulmuş gibi oldular. Beklenmedik bu gelişme, ikisinin de hayatlarının akışını değiştirdi. Ev, mimar tarafından dekore edildi ve her fırsatta bu evde buluştular. İkisinin kalbinden dışarı taşan mutluluk damlaları, hem evi, hem evin bahçesini güzelleştirmeye yetti. Her gelen, o evin yaşam koktuğunu söylüyordu. 


Bir senenin sonunda birbirlerinden ayrı kalmaya dayanamayacaklarını anladılar ve birlikte yaşama kararı aldılar. Şehirde mimarın evindeydiler, haftasonları ve kaçabilecekleri her tatilde de banliyödeki bu evde. İki evde de aynı aurayı solumak mümkündü. Soluksuz bir aşkın içinde büyüyorlardı.


Üç senenin sonunda malum teori kendini göstermeye başladı. İlk fire mimardan geldi. Eve geliş saati uzamaya, geç gelişlerini hep işin uzamasına bağlıyor, gözlerini kaçırıyordu kadından. 


İç organları ağır iş makineleri altında presleniyormuş gibi hissediyordu onun geç gelişlerinde. Konuşmaya çalışıyordu ama mimara göre bütün sorun işteydi. Öyle olmadığını gözünün ucundan, ve artık ona dokunmamasından anlıyordu kadın. Yüreği acıyordu bu uzaklaşmalardan. Zaman ilaç olabilir miydi gerçekten, bilemiyordu ama bekliyordu bıkmadan. 


Bir sene geçti, birbirlerine yabancı, kapkaç dokunuşlarla ve aynı havayı solumamakla. Artık soru sormuyordu kadın, herhangi bir şey söylemesini de beklemiyordu. Sanki ruhunu yitirmiş gibi, bir işlemden geçirip onu makineleştirmişler gibi rutin devam ediyordu hayatına, işine. Ta ki, bir iş çıkışı şehirdeki eve dönemeyecek kadar kendini yorgun hissedip, arabanın rotasını banliyödeki eve çevirinceye kadar.


Kapıdan içeri girdiğinde, antreden itibaren yatak odasına kadar etrafa saçılmış, kadın ve erkek giysilerini görünce gerisin geri çıktı evden. Arabaya bindiğinde donmuş haldeydi ve nereye gideceğini bilmiyordu. Banliyönün sahiline çevirdi arabayı. Sahilde biraz oturdu. Ne düşüneceğini bilemiyordu. "Bütün bunlara ne gerek vardı?" diye sordu içinden. İçinde diplerde bir yerden dalga dalga gelen acıyı hissetti. Kalkmalı ve gitmeliydi her nereye olursa. Aracına bindi ve 8 saat uzaktaki ikinci büyük kente yola koyuldu. 


Bütün gece hiç durmadan araç kullanmıştı. Gözünden bir damla yaş akmasına izin vermemiş, ona ulaşabileceği telefonu da kapatmıştı. Yaz tatillerine giderken konakladıkları bu şehirde, ailesiyle birlikte kaldıkları otele kendini attığında sabah olmuştu. Hemen yatağa girdi ve çok derin bir uykuya daldı.






(devam edecek)





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


Not: Fotoğraf Google görsellerden.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

anlamsız







- "Sana söyleyecek tek bir sözüm var. Dilerim ömrünün sonuna kadar yalnız kalırsın !"





Öyle anlamsız bir söz ki bu,
Yalnızlığı, başına taç yapmış biri için hem de...






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



not: gif Google'dan alıntıdır.

16 Ağustos 2011 Salı

herşey boş






Hayatımdaki herşeyi tek tek suya bastırsam, bazılarına biraz ağartıcı ilave etsem... en son durulama suyuna sevdiğim parfümümden bir iki damla ilavesiyle hem aklansa, hem de mis koksa !..

Benim penceremden bakan biri olsa..
Bakışlarımız karşılaşsa...
Bir gülümseme yerleşse yanaklarımıza
ve uzun süre gitmese...
Kahveyi bahane etsek sohbetimize..
Karşılıklı koltuklarda saçlarımız beyazlasa..

Taze fasulyeyi o ayıklasa, ben pişirsem
O yese, ben doysam !
Lafa başladığımızda, bir diğeri devamını getirse..
Gücenmelerimiz bile naza dönüşse.


Hayatımdaki herşeyi toplayıp yaksam büyük bir ateşte ! Etrafında dans etse ruhum döne döne... Dünyamın başladığı yerde, dursa kalbim.. küllerim savrulsa biraz toprağa, biraz denize...

Herşey boş...





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: görsel ve gif Google'dan alıntıdır.

14 Ağustos 2011 Pazar

komşuluk







Şehrin göbeğindeki koca apartmanda bir tek ikimiz yalnız yaşıyorduk dairelerimizde. 

O, benden daha deneyimliydi bu konuda. Yalnızlığı neredeyse asır olmuştu, ya da yalnızlığın içinde yarattığı acıyı bastırmak için abartılı bir alaycılığa vuruyordu işi. Üzülmüştü benim bir başınalığıma. Hatta beni durumun vehametini görebilmem için bazı korkutucu cümlelere boğuyordu. 

Yaşamın artık eskisi gibi olmayacağını, bir an önce bir düzen içine girmemi aksi takdirde yozlaşacağımı söylediğinde ona çok içerlemiş, hatta kızmıştım. Akşamları mutlaka bir kaç saatimi geçirdiğim dairesine de bu yüzden bir süre uğramadım.

Kendi hayatıyla kıyaslıyordu eminim benimkini. Ama farklı zaman diliminde gelmiştik hayata ve benim bu yaşamdaki duruşum daha keskin hatlıydı biliyordum. Ama o bu ülkenin ilk sinema yönetmenlerinden olduğundan, elini kadrajlayıp belki de öyle bakıyordu hepimizin hayatlarına, alışık olduğu sonlara bakar gibi. Belki de benim için endişesi bu yüzdendi.

Ondan tek öğrendiğim şey keyifti. Bir çayı içmenin ritüelini, porselen demliğe konulan sıcak suyu ve onlarca çay çeşidinden birini seçip, ölçüsüyle içine katmasını, sonra da demini alması için mutfak saatini ayarlayıp masayı örtülerle, peçetelerle, porselen fincan ve tabaklarla donatıp, çayın yanında atıştırılıcak minik tadlarla bezemeyi gerçek bir keyif haline dönüştürmesini izledim. O esnada hayattan, yaşadıklarından, sinemadan, anılarından konuşur, gülerdik. Tavlada o kadar iddialı olmasına rağmen, "ballı" diye hitap ettiği bana her seferinde yenilmesinden dolayı köpürürdü. Siniri geçene kadar ortalıkta görünmezdim.

Dopdolu bir adamdı. Dostları tarafından da sevilir, ziyaret edilirdi sık sık. Ne var ki, akşam olunca herkes evine çekilir, o yalnız kalırdı koyu bir hüzünle. Onu kedere boğan durumunu bana anlattığında çok üzülmüştüm. Çok genç biriyle, çok geç yaşta evlenmiş, bir oğlu olmuş ama evlilik karaya oturunca eşi oğlunu da almış, uzaklara gitmiş. Ne bir haber, ne mektup. Oğlunu sokakta görse tanımayacağından bahseder, hayıflanırdı.



Bir gece sessizce gidivermiş. Ben alt kattaki dairenin yatak odasında uyurken, o üst katta aynı odada nefesini vermiş, kimseyi rahatsız etmeden, sessizce. 

Onca zaman geçti; o zaman ne demek istediğini şimdi anlıyorum sanırım. Teşekkürler, hayatımın on senesine eşlik ettiğin, minik hazlardan şölen yaratmayı öğrettiğin için Nişan Hançer !..





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


Not: Yönetmenle ilgili detay bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.
         Fotoğraf google görsellerden alıntıdır.


12 Ağustos 2011 Cuma

kaleidoskop *






Çocukluğumuzda fazla oyuncak çeşidimiz yoktu, ablamla benim. Hatırladığım kadarıyla ablamın, yanından ille de ayırmadığı bezden yapılmış, uzun kuyruklu çok sevimli bir şempanzesi vardı. Ama kendimle ilgili "ille de" diye tutturduğum bir oyuncak hatırlayamıyorum. Her ne olursa kabulümdü sanırım. Hem zaten Aksaray' daki bahçeli evde benim bir kuzum vardı (ne yazık ki kurban edilene kadar)  sözümü dinleyen, beni görünce hoplaya zıplaya yanıma gelen, o yüzden sanırım hayal dünyamda her şey benim oyun arkadaşım olabiliyordu.

Hem bizim zamanların çocukları, kendi oyuncaklarının birer küçük mucitiydiler. Tellerden, kibrit kutularından, deterjan ve su karışımından, rulmanlardan, limon sandıklarından, yapraklardan, tespih böceği vs. den neler neler yaratmıştır zamanım veletleri. 

Sülalede bir kaç kişi yurtdışı seyahati yaptığında -ki bu kişilere sanki Ay' a gitmiş gibi davranılıp, ne getirdiğiyle ilgilenilirdi, en azından çocuklar için durum buydu- ellerindeki çantalardan çıkan ilk şey çikolata ve nescafe olurdu genellikle. Bazen çay getiren de olurdu ama ben en çok çocuk dilinden anlayıp da, envai çeşit şeker getirenlerden hoşlanırdım. İlginç kutularda ya da oyuncakların içindeki şekerlemeler ve minik drajeler en bayıldıklarımdı bu yüzden. Hatırlıyorum da bir keresinde teyzem çok ilginç bir şeker getirdiğini söyledi. Elimize aldığımızda vasat görünen o şeker ağzımızda ıslandığında patlamaya başlayınca önce korkmuş sonra kahkahalarla gülmeye başlamıştık. Bu yurtdışı ne menem bir yerdi acaba? Orda şekerden, çikolatadan evler de var mıydı Hansel-Gretel masalında olduğu gibi? Çeşmelerinden gazozlar, limonatalar mı akıyordu acaba? Aklımda hep öyle yerler hayal ederdim, çocukluk işte. Bir keresinde utana sıkıla bir bebek istemiştik giden birinden. Işıl ışıl ve ipeksi kahverengi saçlarıyla, gözünü açıp kapayan mavi gözlü, yeşil deri elbiseli bir bebeğimiz olunca havalara uçmuştuk. Hatırı sayılır bir zaman geçmesine rağmen bizim bebeğimiz hala aynı şeklini koruyor, zira annemizden herhangi bir oyuncağımızı bozmayacağımız yönünde sıkı (!) tembihliydik. Hatta annem saçımızı örer, mum gibi giydirir ve bahçeye çıkmamıza izin verdiğinde bile üstümüzü kirletmememiz ve saçımızdan bir tutam dahi uçuşmayacak şekilde oynamamızı söylerdi, eh sıkıysa gel de oyna :)

Yine bir seyahat sonrası bir tanıdığımız bir hediye getirdi ablamla bana. Görünümü aşağıda fotoğraftaki gibi, uzun ve kalınca bir silindirin en tepesinde bir delik vardı. Alt kısmında da  sağa ya da sola çevrilen bir hazne.




Bir gözümüzü kısıp, diğeriyle o minik delikten içeriye bakıp, alttaki hazneyi de çevirince bir sürü renk ve şekil içiçe giriyor, birbirini kesiyor, bölüyor, ahenkle dans ediyordu. 


Bir sürü çiçek görüntüsü varken, minik kıpırdatmayla bambaşka bir şekile bürünüyor ve gözümüzü bu şölenden alıkoyamıyorduk.



O zamanlar adını bilmediğim, Kaleidoskop denilen bu oyuncak  her baktığımda farklı renk ve şekil düzeneğiyle mutlu bir çocukluğa ait anı olarak belleğimde kaldı. Oyuncağı soracak olursanız, maalesef ortada yok. Umarım, bizden başka çocukların gözlerinde de havai fişekler patlatmıştır uzun süre.




{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



(*) Kaleidoskop: Bir ucu buzlucamla kapatılan, metal ya da mukavvadan bir boru içine yerleştirilmiş aynaların aracılığıyla, boru içine konmuş renkli küçük cisimlerin ve görüntülerinin oluşturduğu çeşitli şekilleri gösteren araç, çiçek dürbünü.
Not: Fotoğraflar, Google görsellerden alıntıdır.