14 Mayıs 2010 Cuma

Güneş İstanbul' dan Doğar




(görüntü ve müzik eşliğinde okunması tavsiye edilir.)


*************************


 Saygıyla uyanır her sabah
 bu şehr' e beden,
 Boğazın çelik sularında nefes alır
 Hezarfen uçuşla Galata kulesinden.

 Yedi kat elbise giyilir ihtişamla
 eteklerinde kıvrılırken sisler,
 ortalık aydınlanır birden erguvanla.

 Kuyruğu Salacak, gövdesi Ayasofya' da
 bin hikaye anlatır Şahmaran yeraltında.
        
 Zincir vurulsa da denize;
 aşktır bu yürütür gemileri,
 indirir Haliç' e.

 İğne batmaz minareler,
 Harem - selam Topkapı.
 Kızkulesi' nden göz kırpar
 güzelliğine tutsak padişah kızı.

Denizde allı pullu vapurlar
Peşinde çığlık çığlığa martılar.
Her semtinde, yanyana
kardeşlik içinde inançlar.

Yaşandı herşey aynı bulut,
aynı gökyüzü altında,
Yoksulluğu da gördü
bu kent, şaşaayı da.

Ne güneşler doğdu,
ne güneşler battı,
Hala vaadediyor umutla
gelecek sabahlara doğmayı !..



S.Ö
Nisan/2010



{ಠ,ಠ}

|)__) 
-”-”-

can suyu 3



Aşk; onların hayatına aniden girip, tüm bedenlerini kuşatmıştı. Birliktelikleri dört yıl dört ayı doldurmuştu ve ikisi de bu ilişkinin ölünceye kadar devam edeceğini biliyorlardı. Ruh ikiziydiler bu gerçekti. Adam, anneannesinin söylediği ve onun çok hoşuna giden bir kelimeyi kullanıyordu sürekli kadına..."cansuyum". Anneannesi çiçekleri saksılara yeni topraklarıyla yerleştirdikten sonra mutlaka bir kaç damla su vermek gerektiğini, bunun çiçeği hayata bağlayacak cansuyu olduğunu söylerdi. Kadın hayatına girdiğinden beri kendini tamamlanmış hisseden erkek, bu tanımlamanın ilişkilerini anlatmakta son derece doğru bir kelime olduğunu söylerdi hep.

Bir arkadaş toplantısından döndükleri akşam kadın rahatsızlandı. Yediği yemeğin midesini rahatsız ettiğini düşündüler. İlaçlarla hafifletmeye çalıştılar. Sabah olduğunda adam mutlaka hastaneye gidip bir muayeneden geçmesi gerektiğini söyledi kadına ve birlikte gittiler. Sabah girdikleri hastaneden ikindi olmasına rağmen çıkamamışlardı. Adam bir terslik olduğunu seziyor ama kadına bir şey belli etmemeye çalışarak hazır gelmişken bir check-up yapılmasının iyi olacağını söylüyordu. Bir ara doktoru yalnız yakalayıp merakla neler olduğunu soruverdi. Doktor, yüzünde oldukça ciddi ve korkutucu bir ifadeyle bağırsaklarında çok agresif bir tümöre rastladıklarını söyledi. Ne gerekiyorsa yapılsın diyen adama doktor, "ameliyatla almak mı yoksa radyoterapi ile kemoterapiyi aynı anda başlatmak mı daha iyi olur ona karar vermeye çalışıyoruz diğer arkadaşlarla" dedi. 

Adam kafasında yankılanan bu cümlelerle, kadının yanına gidip gülümsemeye ona moral vermeye çalıştı. Doktor, hastanın çok zorlu bir süreçten geçeceğini ve ona gerçeğin söylenmesini salık vermişti. Tüm bunlar bir rüya olmalıydı...Uyanıp neşe içinde kahvaltılarını yapıp, işlerine doğru yola koyulacaklar, yolda ders konuları ve sınav sonuçları ile ilgili birbirlerine takılacaklar ve akşama ne zamandır gitmeyi istedikleri restoranda yer ayırtacaklardı. Ama ne kadar renklendirilmeye çalışılsa da yine de ilaç kokan bir hastanedeydiler işte.
Kadın, hastalığı ile ilgili anlatılanları metanetle dinlemiş ve birlikte bunun üstesinden geleceklerine inandığını söylemişti. Birbirlerine sevgi ile baktılar.

Akabinde kadını 7 saat sürecek bir ameliyata aldılar. Gerekli temizlemeyi yaptılar ve hasta çabuk toparlandı. 4 hafta sonra kemoterapiye başlandı. Ancak kadının ağrıları arttı. Dayanılmaz ağrılara uykusuzluk da eşlik ediyordu. Adam şifa olabilecek ne varsa araştırıyor, yurtdışındaki arkadaşlarını arayıp bu konuda destek ve bilgi alıyordu. Kemoterapi durduruldu ve bir ameliyat daha yapılmasına karar verildi. 2. ameliyattan sonra ağrıları yok denecek derecedeydi. Fakat bir doz daha kemoterapi aldıktan sonra yine herşey başa döndü. Artık yapılacak bir şey yok dedi doktorlar. Çok geç kalınmış bir vak' a diye nitelediler. Adam hala bunu yenebiliriz umuduyla kadına hiç bir şey söylemedi. Kadın gittikçe daha da kötüledi. Bağırsakları çalışmıyordu ve yataktan kalkamıyordu. Konuşması da artık anlaşılır değildi. Kanser, omuriliğe sıçramıştı ve sona yaklaşılıyordu. Adam; her gün belki karşılaşmaları gibi bir mucize olur umuduyla yeniden güne başlıyor ama kadını yatakta biraz daha çökmüş olarak bulunca yıkılıyordu. Ve bir sabah elleri ellerinde tek söz söyleyemeden kadın vefat etti. 

Sekiz ay gibi bir sürede kadın uçup gitmişti ellerinden. Adam yıkıldı. Cenazeden sonra evine kapandı. Sürekli uyumak istiyordu. Yeteri kadar uyursa, uyandığında herşey hiçbirşey olmamış gibi başlar diye düşünüyordu. Çok sevdiği işini, öğrencilerini, arkadaşlarını herşeyi bırakmıştı hastanede ve cenazede. Hayatının tam orta yerine gelip oturuvermişti safran rengi acı. Hiçbirşeyin anlamı yoktu, ne yaşamanın, ne sabah yataktan kalkmanın, ne de gözünü hayata açmanın. Kaç hafta bu haldeydi bilmiyordu. Bir gün kapı çaldı, açtığında çok sevdiği öğrencilerinden biri yanında getirdiği sıcak taze ekmek ve salamla yüzünde çekingen bir gülümsemeyle "hocam sizi çok özledik, lütfen bizi sizden mahrum bırakmayın, lütfen" diyerek elindekileri uzattı. Söylenenleri algılamaya çalışırken hayatın zorluklarını altetmeye çalışan genç öğrencisi ve elindeki ekmeğin kokusu onu biraz kendine getirdi ve içeri buyur etti. Kahve ve salam ekmekle yaptığı kahvaltı günlerdir midesini tam olarak doyurmadığını hatırlattı ona. Öğrencisine dönerek "bana biraz müsade et hazırlanayım okula gidelim" dedi. eline geçirdiği giysileri duştan sonra üzerine geçirip önüne gelen kitap ve dosyaları alıp okula doğru çıktılar.

Hayat zor bir noktadan başlıyordu artık adam için ama "cansuyu" ile yaşadığı beş senenin, bundan sonraki tüm yıllarına yetecek kadar mükemmel bir hediye olduğunun farkındaydı. Gerçek sevgiyi yaşayan herkes ruhlarının ebedi doygunluğa ulaştığını bilir.


(bitti)


{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: görsel Google' dan alıntıdır.


7 Mayıs 2010 Cuma

can suyu 2



(beş sene önce)


O yaşadığı acıdan sonra gelip yerleşmişti kalbine ritimsiz gümbürtüler. İnsan; yaşadığı ve bitmeyecek sandığı acıları bile unutabiliyormuş diye düşündü hayretle. O zamanlar içine bir greyder girmiş, her tarafı hallaç pamuğu gibi attırmışdı sanki. Acısı, safran rengiydi...  gözleri, dili, parmakları, bedeni, odası, yatağı, evi, sokağı, işyeri.. herşey heryer !..

Ailenin tek erkek çocuğu olmasına rağmen el üstünde büyütülmüş biri değildi, saray soylusu muamelesi de görmemişti hiç ama hayat insanı sevdiği şeylere karşı aşırı kırılganlaştırıyor ve yaşadıklarının ağırlığı bedenin kaldırabilirliğine göre değişiyordu işte. Üniversitede çok sevdiği bir işi vardı. Küçük yaşlarından itibaren birilerine birşeyler öğretmekten zevk alırdı. O zamanlardan karar vermişti eğitmen olmaya. Gelişimini bu yönde oldukça ilerletmiş biri olarak ismi ön saflarda yer almaya başlamıştı. İşi; hayatının önemli bir kısmını kaplıyordu. Her sabah dersliğe girdiğinde, yeni bilgilere aç aydınlık yüzleri görmekten son derece mutluydu.

O yeni ders yılında okula ataması gerçekleşen bir başka eğitmenle tutkulu bir aşkın eşiğinde olduğundan habersiz idare binasına adımını attı. Yeni gelen eğitmene hoşgeldin seramonisi için kümelenmiş gruba baktı ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kalabalık biraz dağılmaya başladığında onunla gözgöze geldi ve olduğu yerde kalakaldı. İçindeki bütün kilitlerin kırıldığını,kapalı kalmış bir odanın tüm ferahlığı ile güneşi içine aldığını hissetti. Bu duyguyu daha önce deneyimlemediği için elleri, ayakları felç olmuş gibiydi sanki. Yüzündeki güneş sıcaklığı daha da artınca, onun tam karşısında gülümseyerek elini uzattığını farketti. Kendini süratle toparlamaya çalışarak elini uzattı ve "hoşgeldiniz" diyebildi. 






"Hoşgeldiniz" kelimesinden sonra geçen zaman onların mutluluğuna çalıştı. Duygular karşılıklıydı. Tanrı' nın sevdiği kullarından olduklarını düşünüyorlardı. Duyguları ve yaşama bakışlarının benzerliğinden asla sıkılmadılar, birbirlerini çoğaltarak, yaşam kolaylığı sağlayarak birlikte yaşamaya başladılar. 



devamı var...




{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


not: görsel Google' dan alıntıdır.