31 Mayıs 2012 Perşembe

uçmak ister misin





Müthiş bir gitarist... yaşasaydı bu ülkede ne kadar değer bulacaktı bilinmez ama bilinen tüm gitaristlerle boy ölçüşecek denli değerli bir müzisyendi. Kucağında taşıdığı oğlu ve besteleri, ardında bıraktığı izler...








25 Mayıs 2012 Cuma

telepati








"Kahretsin, şu telefon yan çizecek zamanı buldu!"

-Ne dedin?

"Kahretsin dedim... telefonun ses düğmesi bozuldu"

-Eeee?

"Biri aradığında sesi az duyuyorum."

-Ne yapmayı düşünüyorsun?

"Garantisi bitmiş, servisi nerde onu araştırıyorum."

-İyi işte.. bir adım atmışsın. Hem düşünsene bundan 25 sene önce telefon mu vardı. 

"Haklısın.. nasıl bu kadar öncesi varmış gibi hayatımıza girdi bilemiyorum"

-Hıh.. dayatmalar hep bunlar.. şu telefon olmasa da olur.."

"Sahi sen bu düzen içinde nasıl telefon kullanmadan yaşıyorsun?"

-Algılarımı açık tutarak..

"Nasıl? Üçüncü gözün falan mı çıktı?"

-Dalga geçme, adam gibi dinleyeceksen dinle..

"Afedersin.. dinliyorum"

-Daha önceleri insanlar birbirlerini dinliyorlardı. Sözler; havada kalan ve bir rüzgar esintisiyle dağılan bir şey değildi. Kulak verilirdi herşeye. İnsanların görüşmeleri, buluşmaları telefonla olmazdı ki. Diyelim bir tanıdığına uğramak istiyorsun, çıkardın evden ve giderdin, kapıyı çalardın ki genellikle kapı açılırdı. Kadınlar o zamanlar hep evdeydi. Başka bir görüşme için orada karar verilir, ayrılınırdı. Kapı ya da mahalle komşuları için sıkıntı yoktu. Çünkü evdeki ufaklıklar önden gönderilir, bir manileri yoksa misafir geleceğini iletirlerdi. 

Arkadaşlar bir sonraki toplantıyı, o görüşme içerisinde kararlaştırırdı. O saat ve gün belirlenen yerde beklerdi insanlar. O zamanlardan bu zamanlara geldik, göyya herkesin elinde şahsa özel iletişim aracı.. ama acaba kim gerçekten dinliyor birbirini. Ben kaç kez yanlış iletişim yüzünden sancılı görüşmelere şahit oldum. Değil dakika, saat gecikmesiyle randevulara gelenler, bir de gelmeyenler bile var.

"Yani eskiden bu yok muydu diyorsun?"

-Hayatın her döneminde eksik insanlar vardır elbet.

"Eksik?"

-Bilgi eksiği, davranış eksiği, görgü eksiği, saygı eksiği... daha sayabilirsin. Ama şimdi sürekli kulakta taşınan bu aletler yüzünden beyin hücreleri de eksiliyor ve herşeyi unutan insancıklar dolaşıyor etrafta.

"Peki napıyorsun? Yani birini özlediğinde görmek istediğinde atlayıp evine mi gidiyorsun?"

-Eğer sokağa çıkmışsam elbette ya işyerine ya da evine uğrarım. İkisinde de bulamazsam mutlaka bir kağıda not yazar bırakırım. 

"Varsayalım bıraktığın not eline ulaşmadı.."

-Telepati diye bir şey duydun mu? Oturur onu çağırırım..

"Eee gelir mi yani?"

-Ben çok kez denedim.. sonuç başarılı.. denemesi bedava. Gücümüzü kullanmak tamamen bizim elimizde evlat.

O sırada kapı çalar, kapıyı açar. Uzun zamandır görmediği ve aramayı planladığı arkadaşı gülümseyerek ona bakmaktadır.

-"Sanki beni çağırdın gibi hissettim.. o yüzden geçerken mutlaka sana uğramak istedim. Nasılsın?" diye sorduğunda, şaşkınlıktan dona kalır.






21 Mayıs 2012 Pazartesi

yakınlık





Havanın güneşli oluşunu fırsat bilip, kendini sahile attı. İyot ve yosun kokusunun yanı sıra, kesilmiş çimen kokusu da burnundan içeri girip, hücrelerini keyifle geziniyordu. Koşturmaca hiç bitmezdi hayatta ama ne olursa olsun yürüyüşlerinden asla vazgeçmiyordu. Yürürken düşünmenin faydasını, kilometre hesabı yaptığında farkediyordu. Yürüyüşün hakkını vermiş, epey terlemişti. Aklını meşgul eden bir olayı da adım attığı yola yatırmış, iyice çiğnemişti.

Üst geçidin merdivenlerini çıkmak üzereyken durakta bekleyen iki kadından birinin, diğerine sarfettiği cümle, kulağını tırmaladı birden. "Bir şeyi söylemenin de haddi hesabı var" diyordu kadın. Cümle içinde geçen kelimeler doğru ama kullanıldığı yere oturmamış gibiydiler. Gözünün önünde ışıklı bir tabelâ canlandı ve dokunduğu her harf kareciği ön tarafa dönerken doğru cümle alkışlarla belirdi. "Bir şeyi söylemenin yolu yordamı vardır."

İşte bu daha doğru bir ifade olmuştu. Kendi kendine gülümsediği anda bu cümlenin deminden beri ayaklarının altında çiğnediği ve kafasını meşgul eden konuyla ne kadar alakalı olduğunu farketti. 

Çok yakın kuzenlerinden birinin canı bir şeye sıkılmış ama bu can sıkıntısını ona direk söyleyeceği yerde bir mesajla, üstelik hakaretamiz kelimelerle ifade etmişti. Bir konudan bahsetmiş ancak bahsi geçen konunun kuzeniyle ilintisi bile yokken, hangi noktayı üstüne yorgan gibi çektiğini, olayın ne olduğunu bile anlayamadan, bir kenara beklemeye alınmıştı arkadaşlıkları, dostlukları, akrabalıkları.

(Her şeyi söylemenin bir yolu yordamı vardır. Yaşı geçkince bir kadın ayna karşısında makyaj yaparken, ona kalkıp "silahlarını bırak hanım, zaman kazandı" denirse hem ayıp, hem de densizlik edilmiş olur. Belki "Canım sen makyajsız da güzelsin, vakit harcamana gerek yok ayna karşısında" daha yumuşak ve fethedici bir cümle olabilir. Çok yakınlara (dost, eş, sevgili, arkadaş, ana-baba vs.) söylenecek cümlelerle, az yakın ve uzak tanıdıklara sarfedilecek cümleler arasında elbet mesafe vardır. Bazı yerlerde oldukça resmi ya da hukuksal terimler kullanılabileceği gibi, bazen sorunu halletmeye odaklı açık ve net cümleler sevgiyle ısıtılmış şekilde servis edilebilinir. Resmi ve hukuksal ifadeler yazıya dökülmeyi ister, ileriki adımlarda karşı taraftan gelebilecek tavrın müspet  veya menfiliği açısından kanıt gerektirebileceği için. Ancak çok yakınlara (dost, ana-baba, eş, sevgili, arkadaş vs..) sözel yakınlıkta olunması, "yakınlık" kelimesinin doğası gereğidir. Bir sorun kendini belli ediyorsa, hedefi; sorunu yarattığı düşünülen kişiye yöneltip, anlaşılır cümlelerle açıkça sorulabilir ve karşılığında alınan yanıta göre isabetli bir duruş geliştirilebilinir.)

Şaşkındı doğal olarak. Onca paylaşılan zaman, olay ve bir çok duygu sonucunda böyle bir mesajı bu "yakınlığın" hak etmediğini düşündü. Kaldı ki bundan sonra "yakınlık!" diye de bir şeyin olmadığına kanaat getirip, merdivenlerden çabucak çıktı. Derin bir nefes alıp rahatladı ve onu hem telefonundan, hem de gönlünden tamamen sildi.




not: sunumdaki görsel fotoğraf sanatçısı Ali Sarıkaya' ya aittir.


18 Mayıs 2012 Cuma

aşk








Kahvesini karıştırmaya başladı. Masanın üstüne çantasını, gözlüğünü ve "telefon çalarsa duymayabilirim" düşüncesiyle cep telefonunu koydu. Zaman geçerken, o da düşüncelere daldı. 

O' nu beklemek ne kadar iyileştirici bir eylemdi. Önceki zamanlarda hayat sessizce akıp gidiyordu. Ne can sıkıntısı, ne de coşkulu bir an söz konusuydu. Hissizlik gibi bir duygu yayılmıştı zemine. O zeminden renkli bir şey inşa etmek de mümkün değildi. Sabah kalkmakla, akşam yatağa gitmek arasında yapılacak (tuvalete gitmek, ihtiyaçlarını gidermek, mutfağa yürüyüp çayı ocağa koymak, kahvaltılıkları dolaptan çıkarmak, kahvaltı etmek, bulaşıkları yıkamak, alışveriş yapmak, öğlen yemeği hazırlamak, ardından yemek, bulaşıkları yıkamak, akşam yemeğini hazırlamak, yemek-bulaşık, çamaşırı makineye koymak, asmak, ütülemek, dolaplara yerleştirmek, televizyon seyretmek, yatağa gidip uyumak vs) tüm eylemleri kurulmuş robot gibi sıralamak, yaşamak diye tanımlanabilirdi. Ama içine biraz aşk, biraz tutku, cinsellik katıldı mı, nasıl da başkalaşıyordu hayat. Beğenilme duygusu öne çıkıyordu ilk. Sonra yoğun aşk, özlemek, ilgi sırayı alıyordu. 

Birini gün boyu düşünmek, ne kadar çok vaktini alıyordu insanın. Bir bakış, bir gülüşü hafızada saklamak ve ona renkler, başka mekanlar eklemek işin keyifli yanıydı. Aslında herhangi bir işte çalışsaydı, mesela öğretmen olsaydı işini normal seyrinde devam ettirirken, arada kendi duygularını katıp, öğrencilere aşktan, sevgiden bahsedebilirdi. Bir bankacı olsaydı eğer, müşterilerinin hesap numaralarını farklı farklı boyutlarda ve renkli kalemlerle yazar, hesap defterlerine imza yerine içinden ok geçen bir kalp çizebilirdi. Ülkeyi yöneten biri olsaydı, her hafta sonu her mahallede sokak etkinliği düzenler ve her evin, apartmanın güle oynaya katılmasını sağlardı. Böylece evlerine kapanmış insanları   birbirine yakınlaştırır ve tanışıklıktan doğacak dostlukların muhabbetleri, ülkenin gökkubbesini sevgi rengiyle kaplardı.

Evlerin balkonlarında renk renk saksılarıyla çiçekler, rüzgar gülleri, rüzgar çanları olsa, çocuklar ellerinde köpük balonlar havaya üfleseler, meyva ağaçlarından tatlarıyla insanlara süzülse taneler, nineler dedeler "o, şu, bu" diye ayırmadan herkese hayır dualarını  etseler, bir dükkana, markete, kafeye girildiğinde herkes birbirine gülümsese, iyi dilekler sunsa fena mı olurdu?

İşte böyleydi O' nu düşünmek. İçi kıpır kıpır oluyordu. Sadece kendi mutluluğunu değil, herkesi mutlu görmeyi istiyordu. Öte yandan biliyordu ki, hayat kapının öte yanında yeni sınamalar için bekliyordu. Ama kendini çok güçlü hissediyordu. Bu hissi yaşamak için bir sürü prens etiketli kurbağa ile tanışmış ve vaktini geçirmiş olsa da, hepsinin nihai duyguya, olgunluğa ulaşmak için basamaklar olduğunu kabul ediyordu. 

Birden kalbi huzur ve ışıkla doldu. Başını kaldırıp baktığında, O çoktan gelmiş ve gülümseyerek karşısında duruyordu.

İşaret diliyle onu sevdiğini söyledi ve sarılarak öptü.









not: fotoğraf cinemagraphs  sitesinden alıntıdır.



13 Mayıs 2012 Pazar

doğmamış çocuk







Kadın okulun otoparkına parkettiği arabasından indi ve görüşmelerin yapılacağı binaya doğru yürüdü. Eşi seyahatte olduğundan bu sefer birlikte gelememişlerdi kızlarının öğretmenleriyle görüşmeye. Binadan içeri girdi, nereye gitmesi gerektiğini belirten tabelalara bakarak koridorda sıralanmış odalara sırayla girmeye başladı. 

Kızı Canan' ın durumu gayet iyiydi. Sınıf başkanlığına seçilecek ciddiyette ve okulda herkes tarafından seviliyor olması da ders başarılarının yanında ayrı bir keyif sunuyordu. En son matematik öğretmeninin bulunduğu odaya geldi ama içeride kimse yoktu. Görevlilere sorduğunda bir üst kata çıktığını, birazdan geleceğini söylediler. Bir sıraya oturup, beklemeye başladı. Tam o esnada 8-9 yaşlarında kara kaşlı, kara gözlü bir oğlan çocuğu sınıfa girdi ve gelip o da karşısındaki sıraya oturdu. Çocuğa gülümsedi, "Ne tatlı şeysin sen" dedi. Çocuk da ona gülümseyerek "Siz de tatlısınız teyzeciğim" deyince ilgisi ve gülümsemesi daha da arttı. Bir iki kelime daha edecekken matematik öğretmeni girdi içeri. Kızının durumu hakkında olumlu bilgiler ve yorumlar aldı. İkisi konuşurlarken bu esnada oğlan çocuğu orda onları izledi ve arada gülümsedi. Bir ara kadın, matematik öğretmenine ordaki çocuğun sevimliliğinden bahsedince, onun öğretmenin oğlu olduğunu öğrendi. 

Görüşme tamamlanıp kadın veda edip odadan çıkınca, arkasından çocuğun da geldiğini gördü. Bahçeye açılan büyük kapıyı tuttu, çocuk gülümseyerek çıktı ve kadına doğru, "Biliyor musunuz teyze, benim adım Can" dedi. Kadın orda dondu kaldı, bir ara gözlerinden bir bulut geçti ama kendini toparladı. Gülümserken çocuk ona "Siz çok seversiniz Can adını" dedi. Kadın şaşırdı ama belli etmemeye çalıştı ve "Seninle tanıştığıma çok memnun oldum Can" dedi. "Ben de sizi tanıdığıma çok sevindim teyze, sarılabilir miyim?" dedi. Kadın "çok sevinirim" deyip eğilip öperken çocuk ona sımsıkı sarıldı. O kucaklaşma anı, kadının hayatına bir hediye gibi geldi. Birbirlerine veda edip ayrıldılar.

Kadın arabaya bindiğinde rüyada gibiydi. Yaşadıklarını tekrar tekrar gözden geçiriyor, bunun akla mantığa sığmayan yanlarını görüyor ama kendini seçilen ve sevilen bir insan gibi hissediyordu.

Kocasıyla evlendiklerinde hemen hamile kalmıştı. Kendi çocukluğundan kalan görüntülerde hasarlı bir anne-kız ilişkisi yer aldığından, bir oğlu olsun istiyordu. Maddi durumları iki çocuk büyütmeye elverişli olduğundan çocuk isimlerini bile hazırlamışlardı. Kız olursa Canan, erkek olursa  Can, eğer yine kız olursa da Candan koyacaklardı. 

Bir kızı oldu ve adını Canan koydular. Kızını çok sevdi ve ona çok ihtimam gösterdi kendi yaşadıklarını yaşamasın diye. Ancak bu arada önemli bir rahatsızlık geçirdi. Çok kuvvetli ilaçlar alması gerekiyordu, hayattan kopuk gibiydi o dönem. Bir ara doktoruna bir çocuk daha istediğini söyledi ama bu ilaçları alırken bunun çok sakıncalı olduğu söylendi ve epey uzun süren tedaviler sonucunda sağlığına kavuştu. 

Seneler sonra ismi bile hazırlanan oğlan çocuğunun tattıracağı hissi, ona bir başka bedende hediye gibi sunmuştu hayat. 

"Bana mesajını aldım Tanrım... teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim" dedi kadın.






not: görsel google' dan alıntıdır.



9 Mayıs 2012 Çarşamba

şiir işliği (5)










               SÖZ CİMRİSİ




               Keçi yollarında 
               kanattım dizlerimi.
               Toprakla merhemledim..

               Amansızca esiyordu rüzgar
               koştu arkamdan sessizlik.
               Gözlerimi mühürledim.

               Yeniden baktığımda
               bir pembelik, bir güzellik...
               Saklıymış meğer
               görüntü içinde esenlik.


               Mayıs, 2012
               S.Ö. Momentos









not: fotoğraf kendi vizörümdendir.







1 Mayıs 2012 Salı

Olimpos





Ufukta bir şehir görünüyor.

Orman içinde kalıntıları,

derede köprü ayakları,

toprakla bir olmaya meyyal taş işlemeleri,

anıtsal mezarları,

mozaikleri,

kilisesi,

tapınakları,

toprağın içine yerleştirilmiş

...

lahitleri,

tiyatro binası,


ve roma hamamıyla



koca bir şehir görünüyor.

Zaman akmış ve şimdi

görkemli şehir, 2012' nin insanlarını ağırlıyor.







not: fotoğraflar çekimleri bana aittir.