29 Ekim 2010 Cuma

ruhların dansı


(Frank Sinatra - Fly me to the moon)

*******************

Bir hafta önce şehre indiğinde kitapçılardan aldığı kitapları keyifle koydu sehpaya. Mutfakta kaynamakta olan çaydanlıktan gittikçe yükselen bir ıslık sesi geliyordu. Hemen hazırladığı fincanın üstüne boca etti kaynar suyu ve kahvenin buharla yükselen aromasını ciğerlerine iyice çekti. Bu koku beynindeki keyif merkezini harekete geçirmiş ve piposunu da hazırlamaya başlamıştı. Dışarda fırtına vardı. Radyo yayını parazitli olduğundan, pikaba yöneldi. "Bu havaya pek uymayacak ama seviyorum bu adamın konuşur gibi şarkı söyleyişini" dedi içinden ve "fly me to the moon" parçasının olduğu plağı yerleştirdi.



Bu şarkıyı ilk dinlediğinde, elele tutuşmuş iki kişiyi üstlerindeki giysiler uçuşa uçuşa ay' a doğru havalanırken hayal etmişti. "Tam Broadway sahnelerine uygun bir kare bu" diye düşündü gülümseyerek. İlk gençliğinde, okulda tiyatro gösterilerinin bir numaralı başrol oyuncusuydu. Zaman geçtikçe uzayan boyu nedeniyle, seçmelerde şansının olmadığı yönünde sinyaller almaya başlamıştı. Böylece ilerde bir oyunda ay' a doğru iplerle havalandırılmış bir oyuncu olma düşü, hayal oluyordu. Madem ay' a uçamıyorum, o zaman ben de onun olduğu gökyüzünü incelerim demişti kendi kendine ve yüksek öğrenimini astonomi ve uzay bilimleri bölümünde yapmaya başlamıştı. Herşey güzel gidiyordu, ta ki ailesini kaybettiği o trafik kazasına kadar. Okulun 3. sınıfındaydı, gayet de başarılıydı. Kazanın olduğu gün, okulda yarıyıl sonu gösterisi yapılacaktı. Tiyatro sevdasıyla, okul bilgilerini birleştirip harika bir gösteri hazırlamıştı arkadaşlarıyla. O kuliste heyecan içinde ailesini beklerken, anne-babası ve kızkardeşi hazırlanmış, yola çıkmışlardı. Okula 4 km kadar yaklaştıklarında, anayola hızla gelmekte olan bir araçtaki şoför, direksiyonda kalp krizi geçirmekteydi. Yol bağlantısını sağlayan kavşakta kırmızı ışık yanmasına rağmen duramaması bu yüzdendi. Talihsiz ve oldukça dramatik bir kazaydı. İki araçtaki 3 kişi hemen öldü, 1 kişi ağır yaralı olarak hastahaneye kaldırıldı. Bu kişi kızkardeşiydi. 
Ön camdan giren refüj kasığına saplanmıştı. Kurtarma çalışmalarının öncesinde kan kaybı oldukça fazlaydı. Ameliyat esnasında da beklenmedik başka komplikasyonlar oldu. Hastahaneye ulaştıktan 5 saat sonra vücudu dayanamadı ve öldü.

Cenaze merasimi ve eşyaların tasnifiyle kendisi ilgilendi. Dimdik ayakta duruyordu ama ruhu onunla değildi. Eve kapandı. Okula da gitmemeye başladı. Gelecek vaad eden bir öğrenciydi, okulda en sevdiği hocalar onunla konuşmak için eve geldiler ama kimse onu ikna edemedi. "Hiç bir amacım kalmadı bu hayatta" demişti onlara. Hiç bir amacı kalmayan birine; kariyer, gelecek, umuttan bahsetmek çok anlamsızdı. Çaresiz onu, eninde sonunda bir gün konuşacağı iç sesine emanet etti hocaları ve gittiler.

Günlerce kimseyle konuşmadı, sokağa sadece geceleri çıkıyordu, ihtiyaçlarını alıyor ve tekrar eve kapanıyordu. Okuldaki bir arkadaşı, ona her gün hangi dersi işliyorlarsa tüm dökümanları posta kutusuna getirip bırakıyordu. Bir gün posta kutusundan aldıklarını incelerken, dosyaların arasından bir fotoğraf yere düştü. Eğilip aldığında elinde tuttuğu görüntüden, ellerine, kollarına ve yüreğine doğru bir şeyin yürüdüğünü ve yeniden canlandığını hissetti. Büyülenmiş gibi bakıyordu fotoğrafa.


Hemen dökümanları açtı ve okumaya başladı heyecanla. "Auralar (kuzey/güney kutup ışıkları) İyonosfer’de de meydana gelir. Kuzey enlemlerde aura borealis olarak adlandırılır. Aurora kelimesi Roma Şafak Tanrıçası’nın isminden geliyor. Boreas’da Yunancada kuzey rüzgarına verilen isimdir. Bu isimleri 1621 yılında Pierre Gassendi kullandı. Aura borealis olarak ta bilinen Kuzey Kutup Işıkları sadece  gökyüzündeki, özellikle geceleri ve kutup bölgelerinde gözüken, doğal ışımalardır. Bu ışımalar ağırlıklı olarak Kuzey Yarımküre semalarında görünür. Görünme ihtimali, Kanada’nın kuzeyindeki arktik adalarında bulunan kuzey manyetik kutbu’na doğru yaklaştıkça artar. Manyetik kutbun yakınlarında oluşan aura tam üstte ve çok yukarıdadır. Kuzey ufku, yeşilimsi parlak ya da bazen soluk kızıl renkte, sanki güneş beklenmedik bir şekilde yükseliyormuş gibi aydınlatır. Aura borealis Eylül-Ekim ve Mart-Nisan aylarında nispeten artış gösterir. Cree halkı bu ilginç olaya Ruhların Dansı adını vermişler. Tarih boyunca kuzey ışıklarının birçok ismi olmuştur." (*) 
  
"Ruhların dansı" diye arka arkaya tekrarladı. Hemen havayolu şirketlerinden birini aradı ve uçuş rezervasyonunu yaptı. Ardından eşyalarını toparladı çarçabuk. Dosyaları getiren arkadaşını ardından da, üniversiteden hocalarını aradı. Görüşmesi bittikten sonra bir kahve yaptı kendine ve Ruhların Dansı fotoğrafını, ailesinin fotoğrafı yanına koyup, keyifle izlemeye başladı.
Uzun zamandır ilk defa gözleri parlıyordu. Ertesi gün çantasını alıp okula gitti. Hocalarının kendisi için hazırladığı dökümanları, ders devam ve not çizelgelerini, gittiği yerde görüşeceği dekan ve profesörlerin iletişim adres, telefonlarını aldı. Herkese veda etti.

Ve işte burdaydı. "Ruhların Dansettiği" gökyüzünün altında. Kendi okulundan, burdaki okula transferi pek zor olmadı. Okuldaki Profesörler, ondaki yeteneği anlayıp, bir iki sınav sonucunda okula kabul ettiler. O da hiç bir zaman başka bir öğrenciye sağlanmayan bu kolaylığı gözardı etmedi. Önce kendisine verilen lojmanda kaldı, çalışmalarını derinleştirdi. Sonunda okulunda profesör olma onuruna erişti. Kendine huzur içerisinde yepyeni bir hayat kurdu.

Kimse neden herşeyi bırakıp bu ülkeye geldiğini anlamadı. O gün posta kutusundan aldığı dosyalar arasından yere düşen fotoğraf, herşeyi netleştirmişti. Hangi üniversitede okuyacağını anne babasına yemek masasında söylediğinde, babasından tepki almıştı. "Okuyacak başka dal bulamadın mı oğlum?" demişti. Annesi ortalığı yumuşatmış, kardeşi romantik yaklaşmıştı konuya. Ama birinci senenin sonunda okulda başarısı çok yüksek bir öğrenci olması ve hocalarından takdir görmesi ailesini de yumuşatmış, hatta annesi "Kimbilir günün birinde biz öldüğümüzde ruhlarımız yıldızların arasında dans eder ve sen de bizi görebilirsin. Hoş olmaz mı sence?" demişti babasıyla ona gülümseyerek. İşte o fotoğraf, onların ölümünden sonra yitirdiği ruhunu geri verecek gizemi çözmüştü bir anda.
 
Şimdi o; "Ruhların Dans" ettiği aylarda gökyüzüne bakıp, onların renklerine karışmanın mutluluğunu yaşıyor.




{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




(*) Bilgiler Vikipedia' dan alıntıdır.
not: görsel Google'dan alıntıdır.


28 Ekim 2010 Perşembe

uykusuz Alper (çocuklara öyküler)



O sabah annesi Alper' i bir türlü uyandıramadı. Çünkü Alper akşam geç uyumuştu. Okuldan gelince bir şeyler yedi. Hemen televizyon karşısına geçti. Akşam yemeğine kadar sevdiği çizgi filmleri seyretti. Akşam yemekten sonra elini yüzünü yıkadı. Yatmaya hazırlanırken birden ödevlerini hatırladı. Hemen ödevlerinin başına oturup yapmaya başladı. Ve çok geç yattı.








Sabah bir türlü uyanamadı doğal olarak. Annesi ne olduğunu sorunca cevaplayamadı. Çünkü ödevlerini yapmadığını öğrenince annesi kızacaktı.


Kahvaltı masasından kalkıp doğruca servise koştu. Cam kenarındaki yerine oturdu. Gözleri kapanıyordu. Çok uykusu vardı. Uyumamak için çantasından kitap çıkardı. "Kedi' nin maceraları" nı okumaya başladı.


Tam o sırada biri cama vurdu. Şaşkınlıkla başını kaldırıp baktığında, camın dışında bir kedi gördü. Kedi; ona camı açmasını söylüyordu. Hemen onu içeri aldı.


Kedi, "Bııırrrr dışarısı çok soğuktu" dedi, elleriyle kollarını oğuşturarak. Alper şaşkınlıkla "Ama ama sen... dışarda.. sen ?" diye kekeledi.


Kedi biraz kızgın "Küçükbey burda soruları ben sorarım. Senin bu halin ne bakayım? Uyuyorsun hala" dedi.


"Hayır uyumuyorum" dedi Alper gözlerini oğuşturarak.


"Benimle şu anda rüyanda konuşuyorsun Alpercim" dedi kedi gülümseyerek.


"Bak zamanında ödevlerini yapmadın. Yeterince uyumadığın içinde yorgunsun. Bugün çok zor geçecek. Ama sanırım artık neden herşeyi zamanında yapman gerektiğini anladın. Değil mi?" diye sordu.


Alper utanarak başını eğdi ve "Evet" dedi.


Kedi onun saçlarını okşayarak, "o zaman artık uyanıp, servisten in ve sınıfına koş bakalım." dedi.


"Alper, Alper hadi oğlum uyan! Okula geldik" diye sesleniyordu servis öğretmeni.


Alper gözlerini araladı ve şaşkınlıkla "Kedi nerde?" diye sordu.


Servis öğretmeni "Ne kedisi Alperciğim?! Ah sen rüya da mı gördün bu arada" dedi gülümseyerek.


Alper gerçekten uyuyakaldığını o zaman anladı.


Kendi kendine söz verdi, bir daha ödevlerini zamanında yapıp, uykusundan olmayacaktı.





{ಠ,ಠ}

|)__) 
-”-”-





not: öykü M©MENT©S' a aittir. Görsel Google'dan alıntıdır.



27 Ekim 2010 Çarşamba

arkası yarın 5


gün batımı ile ilgili görsel sonucu


*******************************


Gün öyle dolu, öyle eğlenceli geçti ki, akşam nasıl oldu farketmediler. Luis, Mar' ı çok özel bir yere götüreceğini söyledi. Denizin hemen dibinde sahile geldiler. Güneş olanca güzelliğiyle karşılarında duruyordu. Mar, etrafa göz gezdirirken birden kendileri gibi bir sürü insanın sahile toplanmaya başladığını farketti. "Neler oluyor?" diye sordu. Luis gözleriyle sabırlı olmasını işaret etti gülümseyerek. Ve sahil şeridine oturup bacaklarını denize uzattılar. Herkes sessizce bir şölen izliyordu aynı noktaya bakarak. Dakikalar ilerledikçe güneş, ufukta denize yaklaşıyor, bir sürü insan ellerinde fotoğraf makinesi bu anı arka arkaya deklanşöre basarak ölümsüzleştiriyordu.

Sadece denizin sesi vardı, herkes büyük bir sessizlik içindeydi sözleşmiş gibi. Derken güneşin çeyreği denize battı, ardından yarısına kadar ve gittikçe turunculaşmaya başladı. Bu sahne, insanın gözlerinde renk şöleni yaratırken, kalbinde de sonsuzluk duygusu uyandırıyordu. Mar, hayatında ilk defa kendini bu kadar huzurlu hissetti. Yüzüne güneşin yaydığı ısı ve pembelik yayılmıştı. Gülümsüyordu. Luis' in kendisini seyrettiğinden habersiz, bu sahnenin büyüsüne kapılmıştı. Derken güneşin minicik bir sınırı kaldı denize batmasına ve ufuk iyice kızıllaştı. Ve nihayet tamamen battığında oradaki herkes coşku içinde alkışlamaya başladılar. Mar şaşırmış ama o da bu heyecana kaptırarak ellerini çırpıyordu.

Ortalık iyice sakinleştiğinde insanlar dağılmaya başladılar. Luis, Mar' ın kalkmasına yardım etmek için elini uzattı. Mar ayaktayken yine elini tutmaya devam etti. Mar çok heyecanlanmış ve bu heyecanı dağıtmak için Luis' e soru sormaya başlamıştı. "Biraz önce yaşadıklarımız her gün olan bir şey mi?" dedi. "Evet, insanlar güneşin doğuşu ve batışını izleyerek, bu eşsiz manzarayı bize hediye eden Tanrı' ya teşekkür ederler her gün. Bu ritüelin her gün seyircisi vardır mutlaka. Ancak eğer bu manzarayı kalben yakın hissettiğin biriyle izlersen, ikinci muhteşemliği yarattığı için Tanrı o kullarına ömürlerince mutluluk bahşedermiş" dedi.
Ve ellerini tuttuğu Mar' ın gözleri içine bakarak sustu. Mar kalbinin yine delice attığını hissetti ama bu defa mutluluk hissi yüzüne kırmızı bir renk vermeye başlamıştı. Ne diyeceğini bilemez bir şekilde sadece Luis' in elini biraz daha sıkıca tutarak, hislerini aktarmaya çalıştı.

Luis tebessümle sözlerine devam etti. "Mar, biliyorum ki çok erken. Ancak tecrübelerimve hislerim bana doğru insan olduğunu, hissettirdiklerinden dolayı söylüyor. Birlikte hiç vakit geçirmedik, sadece ailelerimizin çok eskide kalan ortak bir geçmişi var, ancak bu ortak geçmiş bize bile uzandı eliyle ve buluşturdu. Gerisi sadece ikimize kalıyor. Dün ve bugünü yaşadık sadece ama hissediyorum ki, yeni bir insan tanımış gibi değilsin sen de, benim gibi. Yanılıyor muyum?", "Hayır" dedi Mar, "Yanılmıyorsun. Kendimi çok rahat ve kendim gibi hissettim. O kadar doğru ifade ettin ki, bu cümlelerden başka ne söyleyebilirim bilemiyorum ama hislerim kalbimin derinliklerinden akıp, elimden eline geçiriyor hislerimi Luis" dedi. Luis alaca karanlıkta yavaşça eğildi Mar' a ve sıcaklığı hissetti dudaklarında. 

********************

Akşam eve döndüklerinde Bay ve Bayan Sanchez evde onları bekliyorlardı. Yüzlerinde mutluluğun aydınlığı olan iki yaşlı insan, sevgiyle kucakladılar Mar' ı. Yolculuktan ve yaşananlardan kısaca, gülerek bahsettiler. Ve hasta olan dayının durumunun kontrol altında olduğu ve iyiye gittiğini konuştular. Sonra restaurana doğru yola çıktılar.

Yemekte eskilerden bahsedildi, Mar' ın dedesi ile nasıl birbirleriyle haberleştiklerini, ufak tefek bazı paketler gönderdiklerini, o günlere dair duyguları gözlerinde yaşayarak anlattılar. 
Mar' a onun hakkında sorular sordular. O da yaşadıklarını, çocukluğunu, eğitimini, kardeşlerini, evlerini bir çırpıda anlattı. Luis gece boyunca Mar' ı yüzünce tebessümle izliyordu. Bayan Sanchez' in gözünden kaçmadı bu. Ve oğluyla göz göze geldiğinde bir şeyler söyleyeceğini anladı. 

Luis, kadehini eline aldı ve söze başladı. "Bugün Mar' la birlikte güneş batışı seramonisini izledik" deyince anne babası mutluluktan ve hayretten şaşkın ikisini izlemeye başladılar. 
"Ve onunla geçirdiğimiz iki gün boyunca ikimizde farkettik ki, doğru zaman ve yerdeyiz. Kalplerimiz huzurla buluştu. Birbirimiz için çok yeni olsak da, kalplerimiz çok eskiden tanışıyor gibi. Birlikte Mar' ın annesi babası gibi.." kendi anne babasına bakarak, "sizler gibi bir çift  olmayı istiyoruz. Bunu sizlerle paylaşmak istedik." deyince, Sanchez ailesi böyle bir habere hazırmış gibi sevinçle kalkıp ikisini de kucakladılar. 

**************

Bu sevinç tablosu, daha sonraki günlerde haber olarak Arjantin' de yaşayan Fernandez ailesine de ulaştı. İki aile uzun seneler sonra hiç kopmamış olan bağlarını, mutluluk ve sevgiyle daha da yakınlaştırmış oluyordu. 

Yıllar sonra bile, iki ülke arasında Mar ve Luis' in öyküsü, arada ne kadar kilometre olursa olsun, birbirini tanıyan iki kalbin günün birinde, bir gün batımında mutlaka birbirine koşacağı dillerden dillere anlatıldı durdu.



(bitti)

 

{ಠ,ಠ}

|)__) 
-”-”-





not: görsel Google'dan alıntıdır.


26 Ekim 2010 Salı

arkası yarın 4


*********************


Juan, kendisini hastahane kapısında taksiyle bekleyen Ramon' a doğru yürüdü, araca bindi. "Bay Sanchez gitmemizi söyledi. İkimize de teşekkür etti", nefes aldı ve "ne geceydi ama... bayanı eve davet ederken hiç böyle şeyler olacağını tahmin etmezdim" dedi. "O kadını istasyondan aldığımda bir gariplik sezmiştim ben" diye mırıldandı Ramon. "Ne gibi?", "Kadınla aynada göz göze geldik, yüzü bembeyaz kesildi birden", "ah Ramon yine mi oyundan makyajını temizlemeden çıktın?", "Hava yağmurlu diye taksi durağından sürekli anonslar yapıyorlardı yolcu var diye. Ben de çıkmak zorunda kaldım.", "Eh desene her şey yerli yerine oturuyor. Kadın belki de istasyondan itibaren, yüreğindeki ürkek kuşla geldi bay Sanchez' in evine kadar", "Aynen öyle olmuş" dedi Ramon ve sonra başka konulardan konuştular eve kadar.


Hastahanede bay Sanchez Mar' ın yanında, uyanmasını bekliyordu. Hemşire odaya girdi ve son damlaları kalmış serumu çıkardı. Bu arada Mar gözlerini açtı, etrafına bakındı. Hemşireye teşekkür etti.  "Geçmiş olsun Mar" dedi Bay Sanchez. Sesin geldiği yöne doğru döndü ve yatakta doğrulmaya çalıştı. "Teşekkür ederim" cevabı aynı zamanda kimsiniz der gibiydi. "Ben Sanchez" dedi ona doğru yaklaşarak. Mar, şaşkınlığını belirten ifadeyle "Bay Sanchez mi? diye sordu. "Daha doğrusu oğul Sanchez desek daha iyi olur, adım Luis" elini uzattı. Tokalaştıktan sonra Mar, "Bu çok hoş bir sürpriz oldu" dedi gülümseyerek. "Kendinizi daha iyi hissediyorsanız artık eve gidebiliriz, yorgun olmalısınız. Güney Amerikadan geldiniz ve epey de macera yaşadınız, üzgünüm. İstasyona sizi almaya gelmek üzere yola çıktım ama yağmur nedeniyle yolda kaza oldu, geciktim. Üstelik anne ve babam da başka şehirde oturan dayımın rahatsızlanması sonucu oraya gitmek zorunda kaldılar, çok özür dilediler sizden. Neyse devamını evde konuşuruz. Hazırsanız gidelim" dedi ve Mar' ın omuzuna dokundu. Mar, bu dokunuşla bütün vücudunun ürperdiğini hissetti ama çok yorgun olduğundan üstünde durmadı.

Eve vardıklarında, Luis hemen odasını gösterdi ona. Ve ertesi sabah kaçta isterse uyanabileceğini söyledi.  İyi geceler dilediler ve Mar, kendini mis gibi kokan çarşafların içine bıraktı.

*******************




Sabah erkenden uyandı. Deliksiz uyumuştu. Camdan dışarı baktığında pırıl pırıl, güneşli bir hava ve çiçeklerle dolu yeşil bir bahçe gördü. Akşam yağmur, şimşekte hiç farkına bile varamamıştı. Kısa yeşil tahta çitlerle çevrelenmiş, minik heykellerle süslenmiş oldukça bakımlı bir bahçeydi. Giyinip odasından dışarı çıktığında, hafif bir müzik geliyordu salondan. Tam mutfak kapısına geldiğinde, o anda da Luis mutfaktan çıkıyordu çarpıştılar. "Ah affedersin" dedi Mar. İkisi de gülümsedi. Birden, Luis gülümseyince yüzünün ne kadar aydınlandığını farketti Mar ve içi ısındı. Kahvaltı masasına geçtiklerinde ailelerinin birlikte ne güzel günler geçirmiş olduklarını konuştular. Mar' ın dedesinin dedesi, ailesiyle daha iyi yaşam koşulları için Güney Amerika' da Arjantin' e göç etmişlerdi. İlk zamanlar sıkça haberleşiyorlar, bazen yol uzak olsa da tek tük gelen giden oluyordu. Zaman geçtikçe yaşlılar hastalanmaya, ölmeye başlayınca haberleşmede sekteye uğramıştı. Mar' ın dedesi, çocukluğunda hikayelerini duyduğu Sanchez ailesiyle ilgili tüm bilgileri derlemiş toparlamış ve İspanya' da bir zamanlar köklerinin büyüdüğü La Coruña şehrine yola çıkma hazırlıkları yaparken bir rahatsızlık geçirmişti. Bir süre hiç bir yere kıpırdamadan yatması gerektiğinden, Mar bu işi seve seve üstleneceğini söyledi dedesine ve gerekli hazırlıklara başladı. Adresler, yazışmalar, uçak biletleri, İspanyaya indikten sonra kullanılacak ulaşım araçları, tüm bilgiler tamamlanmış ve yola hazırdı. Sanchez ailesi, Fernandez ailesinden Mar' ı ağırlamaktan çok memnun olacaklarını yazmışlardı mektuplarında.

Derken dün gece olanları konuşmaya başladılar. Mar, onca yoldan ve havanın şartlarından iyice sersemlediğini, sonra bindiği taksideki adamın yara izini ve sert bakışlarını, sonra evin kapısının açılmasını beklerken arkasında bir ses duyup irkildiğini ve yan komşunun davetini artık reddemeyecek hale geldiğini, ardından eve girince mutfaktaki annenin bir türlü yanlarına gelmemesinden onun gerçek olup olmadığını düşündüğünü, sonra çay içince içinin ısındığını ve kendinden geçtiğini  ama gecenin bir yarısı uyanınca tamamen yabancı bir odada bulup, üstelik de kapısının açılmamasıyla panik atak rahatsızlığının had safhaya ulaştığını ve artık son kez yine kendine geldiğinde o taksici ve adamla aynı takside nereye gittiğini bilmediği bir yoldayken işlerin iyice çığrından çıktığını bir çırpıda anlatıverdi.

Luis ise taksici Ramon' un aslında şehir tiyatrosunda oyuncu olduğunu ama ek iş olarak da taksicilik yaptığını, bazen oyundaki makyaj ve giysilerle göreve çıktığını, yan komşuları Juan ve annesinin ise çok iyi insanlar olduklarını, zamanında çok varlıklıyken iflastan sonra kendilerini ancak idare edebildiklerini,  baba Sanchez' in onlara yardım ettiğini anlattı.

Kendi çocukluklarına ait detaylara indiler, bir iki fotoğraf albümü de karıştırdılar. Çok sıcak bir sohbet olmuştu. Kahvaltı bittiğinde, Luis ona şehri gezdirmeyi önerdi. Akşama anne babası da dönüyorlardı ve şehrin en güzel restauranında yemek için rezervasyon yapılmıştı. Arabaya binip, şehrin yağmurla yıkanmış sokaklarında keşfe çıkmış iki çocuk gibi neşeyle yola koyuldular.


(devamı gelecek)


{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-





not: görsel Google'dan alıntıdır.


24 Ekim 2010 Pazar

arkası yarın 3


taxi inside ile ilgili görsel sonucu

***********************

Mar, kendine gelir gibi olduğunda bir arabanın içinde olduğunu farketti. Hafızasını yeniden çalıştırmaya başladı. Önce salondaydı, sonra kendini karanlık bir odada buldu, ardından da bu aracın içinde. Yanında evin sahibi olan adam vardı. Hızla ilerliyorlardı. Mar dehşet içinde arabadaki şoförün kendisini getiren taksici olduğunu görünce, bütün bunlara dayanamayarak "Beni nereye götürüyorsunuz? Bırakın beni, İmdaaat" diye bağırmaya başladı. Adam telaşla, "Bayan bayıldınız sizi hastahaneye götürüyoruz. Sakin olun" dedi ama Mar sakin olamayacak kadar akıl muvazenesini kaybetmişti. Taksinin kapısına doğru yönelince adam onu sıkıca tuttu kollarından, Mar debelendikçe debeleniyor, bu yabancı şehirde tanımadığı bu insanlardan kötülük göreceğini düşünüyordu. Kriz tırmandıkça tırmandı ve bedeni daha fazla dayanamadı, yine bayıldı.

****************

Gözlerini açtığında beyaz önlüklü bir doktor onu muayene ediyordu. Bütün gün yaşadığı yol ve yağmur stresi, ardından arka arkaya bu olaylar onu epey sarsmıştı. Doktor, "Hanımefendi, önemli bir şey yok, merak etmeyin. tansiyon ve nabızda oynamalar olmuş. Sanırım uzun bir yoldan gelmişsiniz. Bir sakinleştiricili serum bağlandı. Kendinizi daha iyi hissedeceksiniz 1 saat sonra" dedi. Mar' ın ne birşey söylemeye, ne de doktoru durdurup teşekkür etmeye hali kalmamıştı. Gözlerini kapatıp, damarlarında sakinleştiricinin gezinmesine izin verdi.

Odanın çıkışında koltukta oturan iki adam, doktor odadan çıkınca ayağa kalktı. Bay Sanchez "Durumu nasıl doktor bey?" diye sordu. Sanıyorum panik atak rahatsızlığı var, kendine gelince detaylı bilgi alacağız. Yolculuk yapmış galiba, yanınızdaki beyefendi söyledi", "Ah evet kendisi komşumuz. Ne zaman çıkabilir hastamız?", "Bir ya da iki saat sonra taburcu ederiz, geçmiş olsun" deyip yanlarından ayrıldı.

"Juan, neler oldu bir anlatsana" dedi. "Bay Sanchez, çok yağmur yağıyordu, o da sizin evin kapısı önünde bekliyordu, epey ıslanmıştı. Ama siz yoktunuz." " Evet bu kadar yağmur olduğunu görünce bari onu istasyondan gidip alayım dedim, yolda giderken kaza oldu trafik kilitlendi", "Anlıyorum efendim. O orda bekleyeceğini söyledi, ben de bize buyur ettim, geldi. Annem yeni kek yapmıştı...", "Anladım Juan, sonra?", "Sonra o salondayken ben annemin yanına gittim, döndüğümde uyuyakalmıştı. Ben de misafir odasına taşıdım rahat uyusun diye. O odanın kapısı tutukluk yapıyor arasıra. Gece uyandı ve açmaya çalışınca kilitlendiğini sandı korktu herhalde", "Peki sonra?", "Sonra uyandıramadık, korktuk, ellerini yumruk yapmıştı. hemen bizim taksici Ramon' u çağırdım, hastahaneye götürürken yine uyandı ve işte burdayız" dedi başını üzgün şekilde önüne eğerek. "Tamam Juan, herşey üstüste gelmiş.Senin bir suçun yok. Bilakis ilgilendiğin için teşekkürler" dedi Bay Sanchez. "Ramon seni bekliyorsa götürsün eve, gerisini ben hallederim".



(devamı gelecek)





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


not: görsel Google'dan alıntıdır.


23 Ekim 2010 Cumartesi

arkası yarın 2









 Mar, ürkek adımlarla evin basamaklarını çıktı. Verandayı lambası epey kirlenmiş bir avize aydınlatıyordu. Kapı açılırken gıcırdadı.

Adam içeri seslendi "Anne, misafirimiz var". Mutfak olduğunu tahmin ettiği yönden sesler geliyordu. "Duymadı galiba ben haber vereyim" dedi ve onu salonda bıraktı. Evin dışı olduğu kadar içi de dökülüyordu. Parkeler yer yer çürümüş o kısımlar sehpa, koltuk gibi eşyalarla kapatılmaya çalışılmıştı. Salonda iki büyük koltuk ve tek kişilik eski bir berger, ortada neredeyse yemek masası büyüklüğünde, boyası eskimiş, çizik çizik olmuş bir sehpa vardı. Köşede eski tarz bir büfe, üstünde bir radyo tam önünde de 2 adet sandalye duruyordu. Bacaklarının titremeye başlamasıyla artık ayakta duracak gücü kalmadığını anladı. Koltuğa ilişiverdi. 

Adam biraz sonra elinde bir tepsiyle geldi. Tepsinin içinde bir tabakta iki dilim kek ve bir fincan çay vardı. Sehpaya koyarken, "Annemin biraz işi var az sonra gelecek" dedi. Mar, teşekkür ederek tabağı aldı ve hemen ağzına bir parça kek attı. Gerçekten tadı nefisti, çayıyla birlikte keki yiyince kendini iyi hissetti. "Siz ziyarete mi geldiniz Sanchez ailesini?" diye sordu adam. "Bir nevi öyle. Aslında Bay Sanchez uzaktan bir akrabam. Annemin büyükdedesinin teyzesi tarafından. Ama herkes bir yere savrulunca görüşemez olmuşlar, araya ölümler, yaşlılıklar da girince" sustu. Gözkapaklarının ağırlaştığını hissediyordu. Biraz uyuyup dinlensem diye düşündü ama hemen oturduğu koltukta dikleşti ve gözlerini iyice açmaya çalışarak, "siz uzun zamandır komşusunuz sanırım onlarla" dedi. Adam, "Benim annem de bu evde doğmuş, dedesi de" dedi, gülerken ağzındaki eksik dişlerin çirkin görüntüsünü unutarak. "Annenizin yardıma ihtiyacı varsa..?" deyince adam hemen yerinden kalkıp, "ben bakayım" dedi. Mar daha fazla dayanamadı, gözleri kapandı, koltukta yana devrildi.

*******************

Mar gözlerini açtığında koyu bir karanlığın ortasındaydı. El yordamıyla etrafını tanımaya çalıştı. En son koltukta oturuyordu. Şimdi nerdeydi, allahım beyni patlayacak gibiydi, içini müthiş bir korku kapladı. Eli bir lambaya değdi, hemen düğmesine bastı. Hafif bir ışıkla aydınlanan odaya baktı. Üzerinde oturduğu tek kişilik bir yataktı, başucunda bir komodin, bir lamba ve bir sürahi ile bir bardak vardı. Eski tip bir dolap, hemen yanında çalışma masası ve eski tarz bir sandalye ile oda tamamlanıyordu. Buraya nasıl geldiğini ise bilemiyordu. Yataktan kalkıp kapıya elini attı, kapı açılmıyordu. Üst üste denedi, herşey müthiş bir gerilim hikayesine aitti sanki. Gittikçe artan panik damarlarındaki kanın daha hızlı akmasına, bu da yeni bir kriz geçirmesine sebep olacaktı. Kapıyı hızla itmeye, yumruklamaya başladı. Bağırmaya çalışıyor ama sesi çıkmıyordu. Bir kez daha yumrukladı kapıyı ve olduğu yere yığıldı kaldı.


(devamı gelecek)






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


(kullanılan görsel buradan alıntıdır.)


22 Ekim 2010 Cuma

arkası yarın


**************************



Şiddetli bir yağmur boşalıyordu gökten. Bir yandan şimşek çakıyor, bu sahnenin etkisini artırmak için gök kızgınca gürlüyordu. İstasyonda bindiği taksiye gideceği adresi vermişti. Oldukça ıslanmış kağıda baktığında taksici tek kelime etmeden arabayı çalıştırdı ve tekerlekler asfaltı kazıyormuşcasına hareket etti. Mar, üstünü başını düzeltmeye çalıştı. Yola çıkarken, hava tahminlerine göre hareket etmişti ama böylesi bir sapmayı da beklemiyordu doğrusu.

Nihayet rahatlayıp, taksiden etrafına bakmaya başladı. Gece karanlığına, yağmur bulutlarının dansı eklenince, bir masalın ürkütücü kısmında olduğu düşüncesi yerleşti. Birazdan eve varınca herşey normale dönecek duygusuna sarıldı. Taksiciyle aynadan göz göze geldiğinde içini yeni bir ürperti dalgası sardı. Taksicinin alın kısmından başlayan ve sol kaşından yanağına doğru inen derin bir çizgi vardı. Bu fiziksel görünüşe, bakışlarının sertliği eklenince Mar' ın sakinleşmeye çalışan yüreği delice atmaya başladı. "Daha çok yolumuz var mı?" diye ürkek ses tonuyla sordu. Taksici, ağzında bir şeyler gevelediyse de anlamadı.

Hızla giden taksi birden beyaz boyalı çiçeklerle donanmış bahçeli bir evin önünde durdu. Mar, parayı uzattı ve eşyalarını arabadan indirmeye pek fazla yeltenmeyen taksiciye tek laf etmeden indi. Zar zor eşyalarını evin kapısına kadar taşıdı, kapıyı çaldı. Bir daha, bir kez daha. Umutsuzluk yüzüne oturmaya başladığı anda arkasından tok bir ses duydu, yerinde hopladı. "Evde yoklar" Dönüp baktığında kelleşmiş saçlarını öne doğru taramış, hafif dişlek, uzun boylu şişmanca bir adam gördü. "Ama benim geleceğimi biliyorlardı" dedi umutsuzca. "Arabalarına binip gittiler 45 dakika önce". Mar' ın omuzları aşağı düştü, "Teşekkür ederim, biraz beklerim onları, gelmezlerse bir otele giderim" dedi. Adam, "bizim evde bekleyebilirsiniz" dedi. "Annem yeni kek yapmıştı". Mar istemez göründü ama bu ıslak halinden kurtulmak isteği ağır bastı. Adamla birlikte eşyaları paylaşarak o önde, kendisi arkada yan bahçedeki boyaları atmış, bakımsız, bahçeli ve 3 katlı eve doğru ilerledi.


(devamı gelecek)





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


(kullanılan gif Google' dan alıntıdır.)


21 Ekim 2010 Perşembe

gözlüklü kedi (çocuklara öyküler)



Ali, televizyon seyretmeyi çok seviyordu. Çizgi filmleri, oyunları, sirkteki sevimli hayvanları seyrederken çok eğleniyordu. Ama annesi, Ali’ yi televizyona çok fazla yaklaşarak seyretmemesi için hep uyarıyordu. Bu kadar yakından seyredince gözlerinin bozulacağını söylüyordu. Ali, annesi böyle söylediğinde önce uzaklaşıyor ama sonra unutup yine televizyonun tam önüne oturuyordu.


gözlüklü kedi ile ilgili görsel sonucu


Bir gün, en sevdiği filmdeki kediyi seyrederken, kedi birden ekrandan çıkıp Ali’ nin karşısına dikildi. Ali çok şaşırdı. Kedi ise ona çok kızgın bir şekilde

- Ne yapıyorsun sen? dedi.
- Hiiiiç dedi Ali, televizyon seyrediyorum.
- Televizyonu bu kadar yakından seyredersen ne olur biliyor musun?
- Yooo, bilmiyorum dedi Ali.
- Geç otur bakalım şu koltuğa, sana başıma gelenleri anlatayım dedi kedi.

Kedi hemen pantolonun cebinden bir gözlük çıkarttı. Camları neredeyse gazoz şişelerinin dibi kadar kalındı. Onları gözüne taktı ve

- İşte şimdi seni daha net görüyorum dedi.

Ali hayretle;

- Neden göremiyordun? Hem böyle çok komik gözüküyorsun deyip biraz gülümsedi.

Kedi anlatmaya başladı:

- Gözlerim önceleri çok iyi görüyordu. Hep böyle devam edecek sandım. Senin yaptığın gibi ben de televizyonu çok yakından seyrettim. Annem, babam beni hep uyardılar. Ama önemsemedim ve yine yakından seyretmeye devam ettim. Derken garip şeyler olmaya başladı. Gözlerim sulandı önce. Sürekli ovuşturuyordum net görmek için. Daha yakında oturdum televizyon seyrederken ve daha da kötü oldu gözlerim. Sabahları uyandığımda çapaklar oluyordu. Annem beni hemen bir göz doktoruna götürdü. Muayene sonrası doktor uzun bir süre bu gözlükleri takmam gerektiğini söyledi. Televizyonu yakından seyretmemi yasakladı ve seyredersem gözlükleri hiç çıkartamayacağımı ekledi.  İşte bu yüzden sen de anneni dinlemezsen, benim gibi bu kadar erken yaşta gözlük takmak zorunda kalırsın dedi.

Ali, kedinin söylediklerinden çok etkilendi ve ona bir daha bu kadar yakından seyretmeyeceğine söz verdi. Kedi ona gülümseyerek “seni izleyeceğim” dedi ve kocaman gözlükleriyle yine pat diye televizyonun içine girdi.

Bu olaydan sonra bir daha kimse Ali’ yi televizyonu yakından seyrederken görmedi. Annesi de bu işe çok sevindi.





{ಠ,ಠ}

|)__) 

-”-”-



not: hikaye M©MENT©S a aittir, görsel Google'dan alıntıdır.

18 Ekim 2010 Pazartesi

tek kişilik alev


(The Show Must Go on - Queen)


 *****************************

Biraz önce kafasına kalın kesim tahtasını olanca gücüyle indirdiği, hareketsiz duran  bedeni sürükleyerek odanın orta yerine getirdi. Nefes nefese kalmıştı. Çelimsiz sandığı bu bedenin ne kadar ağır olduğunu düşündü. Soluklandıktan sonra adamın üstündekileri çıkardı. Maymun soyundan geldiğini düşündüğü kıllı bedenin eklem yerlerini inceledi. Duvardaki sıra sıra dizili bıçaklardan en iri ve büyük olanını aldı eline.  İki eliyle bileğine vurdu. Karın ve bacak kısmına kanlar sıçradı. El ayrıldı koldan. "Bu yazdığın bütün uyduruk şiirler için" dedi. Sonra kollarını omuzlarından ayırdı. "Kucaklamayı bilmediğin için bu da". Kafasını boynundan keserken, "Aklında dolaşan tüm tilkiler ve söylediğin onca yalan için" dedi. "Sevgiyle sevişmeyi bilmediğin halde uzvundan abartıyla bahsettiğin için" dedi iki bacağının arasına yerleşmiş erkeklik organını keserken. Sonra sırasıyla bütün uzuvlarını birer cümlelik anlatımlarla parçaladı. En son kalbine bıçağı saplarken, "Ne bu kalbi hakediyorsun, ne de sevmeyi biliyorsun" dedi ve hıçkırıklara boğuldu. Tüm bedeni ayakta duramayacak kadar çok sarsıldı ve dizleri üstüne çökerken çığlık attı.

Birden uyandı, nefes alamıyordu, göğsüne bir kaç kez vurdu, öksürmeye çalıştı ve normale döndü. Gerçek bir kabustu.

******************************

Sinirle elini çantasına daldırdı. Yol boyunca dudaklarını kemirmiş, dişlerini kenetlemişti. Bir an anahtarı bulamadı ve olduğu yerde baştan aşağı buz kesti, "nerdesin be lanet şey !!!" diye tısladı. Sonunda anahtara ulaştı ve kapıyı açıp, içeri attı kendini. Hemen bilgisayarı açtı. Üstündekileri çıkartıp banyoya gitti, duş iyi gelmişti. Banyodan çıkıp bornozla çalışma odasına gitti. Bilgisayara bakarken gözü rafta duran fotoğrafa takıldı. Bu fotoğraf ona verilirken elinde o ana ait bir kare kaldığını ve onu da kendisine emanet ettiğini söylemişti. Sakin bir şekilde eline aldı ve yavaş yavaş ufak parçalara ayırdı, bir leşi ortada bırakır gibi parçaları öylece orda bıraktı. 

Bilgisayar başına oturup, arkadaşına bugün olanları anlatan bir mektup yazdı. "Ne tesadüf, ikimizde şu günlerde aynı şeyleri yaşıyoruz" diye geçirdi içinden.Yalnız olmadığını hissetmek bile ona iyi gelmedi ama biraz daha sakinleşti. "Ben ne yaptım böyle yaaa... ben bunlardan hangisini sevmiştim ki? Kaypak olanı mı? İki yüzlü olanı mı? Yalancı olanı mı? Şerefsiz olanı mı? Hangisini?"

Seneler öncesinde oyun ve umarsızlık dolu çocukluk çağından, gençkızlığın yanakları pespembe, kalbinin bir uçurtmanın ipliğine bağlı günlerine geçişiyle bir platonik yaz aşkı gelip buluvermişti onu. Kimseler farketmedi, tüm seslerin dilsiz gölgesinde kendine bile itiraftan kaçındığı hisleriyle dolu, kocaman, uzun günler yaşamıştı. Arkadaşlıktan öteye geçmedi tanışıklıkları. O hep bekledi "bir gün" ü. Otuzbeş sene sonra o "bir gün" geldi. 

İnanılmazdı. Çıldırdı. Yüreği elinde arkadaşlarına koştu, duygularını paylaştı artık. Ona göre saklanacak hiç bir şey yoktu. Saklamadı bu sefer. Bir ayna tutulmuş gibi, içinin tüm girinti çıkıntılarını ayan beyan ortaya sergiledi.

Hiç bir vaat vermedi, onu çok ve uzun yıllar seveceğinden başka. Oysa karşı taraf habire bir şeyler söylüyordu. 
"Şu hastalığım geçsin ondan sonra tamam, seninleyim"
"Şu ameliyat geçsin, vıdı vıdı.."
"Bir işe gireyim, bıdı bıdı..."
"Bak seninle nerelere gideceğiz.."
"ooo sen .....' yı görmedin mi? tamam seninle tatile gideriz"
"Kızım bir işe girsin..."
"Kızım şu yüksek lisansı bitirsin..."
"Kızım şu sevgilisinden bir kurtulsun..."
"Kızım hele bir Almanya' ya gitsin..."
"......................................."


Onca zaman düşünü kurduğu insan, Türk filmlerinin kötü ve ucuz bir karakteri miydi sadece? Onca basitliği, onun masum zamanlarının tek ve biricik karakteri nasıl üstlenebilmişti? Birden durdu. Peki bu karakterin hiç mi iler tutar yanı yoktu? Evet, yoktu. Seneler sonra ilk buluşmalarında hayatına giren bütün kadınları kötülemiş durmuştu ve kadınları anlayamamaktan bahsediyordu. Daha ilk randevuda, cinsellikteki başarılarından dem vuruyorsa birisi eğer, oraya kapkalın çentikler atmalıydı diye düşündü. Doğru düzgün öpüşemiyordu, sigaradan ciğerleri kötü durumdaydı, nefessiz kalıyordu. Sevişemiyordu, çünkü iktidarsızlık yolunda adım adım ilerliyordu. Ama bu konuda hiç bir noktalı, virgüllü imayı bile kabul etmiyordu. 


Artık o şaşaalı duygularından kırıntı bile kalmayacak hale gelmişti. İşte bugün o miladi gün oluyordu artık. Kendi cenazesini kaldırıyordu artık seneler öncesinin platonik aşkı. 

Aşk iki kişilik miydi? Olmadığını bugün bir kez daha öğrenmişti. 

**********************

Aşk; tek kişilik bir alev,
küllerinden doğar defalarca.
Enkazı yine bir' i kaldırır,
iki döndürdüğünde yangına.

(yazan; Momentos) 




{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



15 Ekim 2010 Cuma

51 yıl


(frank sinatra - my way)
********************


Kapı açıldı, içeri giren doktordu. Göz göze geldiler. Doktor ne istediğini biliyordu hastasının. "Bu imkansız" diyecek oldu ama zaten herşey için çok geç olduğunu o da biliyordu. "Nasıl isterseniz öyle olsun" der gibi ellerini yana sarkıttı.

****************

Mesleğe ilk başladığı yıllardı. Herşeyi öğrenmeye çalışıyor, diğerlerinin üstünden attığı ve kendisine verilen her işi gıkını çıkarmadan üstleniyor, ordan oraya koşuyor, gerekirse mesleğin duayenlerine çay, kahve servisi yapıyor, hiç bir şeyden gocunmuyordu. Liseden sonra askere gidip gelmiş ve çok istemesine rağmen üniversitede okumak istediği halde, ailenin de sorumluluğunu almak için işe girmek istemişti. Hiç değilse okulunu okumak istediği mesleğe alaylı olarak adım atmıştı.

Gazete binasına her sabah gelirken annesinin evde yaptığı poğaçaları getiriyor ve müdürlerine dağıttıktan sonra işlerine başlıyordu. Onun bu fırtına gibi esişini çok beğeniyor ve yakın zamanda iyi yerlere geleceğini fısıldaşıyorlardı gazetedekiler. Günler çok hızlı geçmişti ve o elinde fotoğraf makinesiyle dışarıya habere gönderiliyordu. 

Bir kaç ay sonra gazetenin foto muhabirliğine getirildi. Bu onun hayatının yükselişinin başlangıcı oldu. Kendini bu çalışma sürecinde geliştirmeye de vakit ayırdığından iki yabancı dili hayatına soktu. Ve arkasından bir başka gazetenin dış haberler sorumlusu olarak görev aldı. Ardından yurt dışı muhabirliği ve tekrar yurda dönüşünde televizyon haber dairesi başkanlığına ve ordan da diğer sıçramalarını sürdürdü. Ele aldığı tüm konularda atılımlar yaptı. Yenilikçi bir insan olduğundan kurduğu kadrolarda hiç bir aksama olmuyor bilakis, hep birlikte beyin fırtınası yaratmaya teşvik edip, başarıları ödüllendiriyordu.

Bu yoğun iş akışında aşka da zaman bulmuştu, baba olmaya da. Sanki bu duygularla yaşamın kendisini tamamlamış olduğunu hissediyordu. Hayat bir gün elbet bitecek, ölüm kapısından başını içeriye uzatıp bakacaktı. Beklenen ziyaretçi sağ tarafında minik bir ağrıyla sinyalini verdi. Bir kontrol ve ardından panik süreci başladı etrafındakiler için. Çok ilerlemiş ve üstelik 3 ayrı noktada metastaz olan kanserdi hastalığı. Hızlı bir kararla yurt dışı tedavi süreci başladı. Ömrünün süresini söyleyecek kadar netti durumu. Ama tedavi sürecinde bir başarı gözüktü. Tümörler küçülmeye başlamıştı. Mucize gerçekleşmiş gibi düşündü herkes ama bu geçici bir süreydi onun için. İstediklerini, hayatının sonuna geldiğinde geride neler kalması, neler olmasını istediğini belirleyeceği bir süreçti sadece. Ve o hemen tüm iyimserliğiyle "Ben şanslıyım, çünkü ne zaman öleceğimi biliyorum, kalan zamanımı planlayabilirim. Benim gibi kendi kendini yaratmış adamlar, kendisinden sonrasını da dizayn etmeye meraklı oluyor" diyordu. 

Öldüğünde, kurduğu haber kanalının önünden Frank Sinatra' nın My Way' i ile uğurlanmak  istiyordu çalışma arkadaşları tarafından. Herşeyi daha bir dolu yaşamaya hevesli, yorgunluklarına aldırmadan ordan oraya gezdi ülkeleri. Son seyahat iyice yıpratmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Yine bir çok ilaçlar, serumlar vererek durumunu stabil hale getirmeye çalışıyorlardı. Doktoru çağırdı ve ona "Artık hissediyorum, yaklaştım... hatta burnumun dibinde. Tedaviyi kesin, iğnelerden kurtarın beni !" dedi.

 *****************

51 yıllık koşturma bir makinede ince çizgi haline dönüştü. Arkadaşları son sözlerini hatırlayarak, onu gözyaşları içinde, istediği biçimde yolcu ettiler.

"Her canlı, bir gün ölümü tadıyor. Mühim olan, ölüme kadar nasıl bir hayat geçirdiği. Ben cennet ve cehennemin bu dünyada olduğuna inandığım için Ölünce ne olacağım? diye merak etmiyorum. Cenneti de cehennemi de yaşadım. Sadece ölümün kendisini merak ediyorum. Jurnalistik bir merak bu, uhrevi değil."






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



11 Ekim 2010 Pazartesi

çok romantik öyküler (4)



*******************

Masadaki dosyaları alelacele toparlamaya çalıştı. Aslında yarım gün çalışması gerekiyordu ama tahmininden uzun sürdü dava dosyalarını tamamlamak. Saatine baktı, bir an önce havaalanına doğru yola koyulması gerekiyordu. Üstünü değiştirmek için bile vakti yoktu, çaresiz oldukça resmi iş kıyafetleriyle gidecekti. Hemen sırt çantasını alıp binadan çıktı. Bulduğu ilk taksiye atlayıp "havalimanına lütfen" dedi.

 *********************

(Aslında niye yazıyorum ki bu öyküleri? gerçek olmalarını mı isterdim? Bunlar benim hayalim mi? Yoksa orda burda kulak dolgunluğu bir sürü olayın birbiriyle geçişini sağlayıp düğüm mü yapıyorum? Nedir aslında yapmak istediğim? Bir hikaye anlatıp "ey ahali içindeki bunları duyması gereken insan ! sana anlatıyorum bunları, oku da uygula!" mı demek istediğim? Yoksa tüm bu öyküleri anlata anlata en sonunda 40 kere söylersen dileğin gerçekleşirmiş misali bir durum mu bu? 
Gariptir birden şu avukat olduğunu tahmin ettiğim kişinin son sözünden sonra hissettiğim duygu bana bunları sordurdu. Biraz sıkıldım, aniden, hiç gereği yokken ve sebep de. İçimden nasıl gelirse öyle yazmalıyım dedim kendime. Eğer öykünün tam burasında bu soru geldiyse aklıma, okur-bunu okuyan kişi- da bunu bilmeli dedim. Kapı arkasında -beynimin içinde- neler olup bitiyorsa bilmeli diye düşündüm. Dostum Nessuno geçenlerde oturdum ve çalatuş* yazdım demişti. *çalatuş = çalakalem. Ne güzel bir söz bulmuş değil mi? İşte ben de bu haleti ruh ile, böyle mi çıkıyor yazılar elinden şu anda, tamam, sen nasıl istersen öyle olsun diyecek cesareti gösterdim işte. 

Niye yazıyorum bu öyküleri? sorusuna gelirsek; sanırım yaşamda olabilecek ne kadar çok sahne yaratırsam yazı hafızamda bir sürü odaya sahip olacağımı düşünüyorum. Ve bir öykünün başı, ortası, sonu ne kadar ilginç olursa o kadar kendimi eğlendirmiş olacağım. Kimbilir belki okur -okuyan kişi- da eğlenecektir. Her ne kadar bir sayfanın izleyici sayısı ile yorum yapan kişi sayısı arasında tutarlıklar olmasa da, ben öyle olduğunu düşünüyor olacağım :) 

Her neyse yazdıklarım çoğu zaman yaşadıklarımdandır, çoğu zaman yaşanmasını istediklerimdendir, çoğu zaman yaşanırken şahit olduğum anlardandır, çoğu zaman da BÖÜM. dendir. Yani Beynimin Öykü Üretim Merkezi' ndendir.
Unutulmasın, silinmesin, su olup akıp gitmesin diye yazılmaktadır. Yazıldıkları andan itibaren beni işaretlesin ama benden çıkıp, tüm kainatı dolaşsınlar diyedir. Sadece öykünün burasına burnumu sokmak istedim. Hepsi bu.)

***********************

Koltuğa oturdu ve derin bir nefes aldı. Nihayet 4 günlük kafa iznine ulaşabilmişti. Emniyet kemeri uyarısından sonra uçak havalandı.

***********************

Gözlerini açtığında uçak yere inmiş ve aprona giriyordu. Kendini çok zinde hissetti. Artık yaşadığı şehri geride bırakmış ve keyifli zaman dilimine kocaman bir sıçrama yapmıştı. " İyi ki sırt çantamla gelmişim" diye düşünüp hemen bir taksiye bindi ve kalacağı otele doğru yollandı.


************************

Resepsiyonda kayıt işlemini yapıp anahtarıyla birlikte odasına çıkmak üzere asansöre bindi. Dokuzuncu katta inip hemen eşyalarını dolaba yerleştirdi ve bir duş alıp yatağa uzandı. Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu. Ama gözlerini açtığında alacakaranlıktı etraf. Hemen keten pantolonunu ve üstüne bir tişört giyerek restauranta indi. Karnı epey acıkmıştı. Restaurant girişinde bir garson ona masasını gösterdi ve menüyü de vererek uzaklaştı. 

Güzel bir et yemeği bir kadeh kırmızı şarap sipariş etti. Şaraptan bir yudum aldı, ağzında şöyle bir çevirdi ve tadını sindire sindire yudumladı. "İşte tüm yorgunluğum gitti" dedi. Garson "Efendim anlayamadım" deyince yüksek sesle söylediğini farkedip gülümsedi ve "Şarap muhteşemmiş, onu söylüyordum" dedi. Başkaca bir arzusu olup olmadığı sorulduktan sonra tamamen yalnız kaldı. 

Neden burda ve tek başına olduğunu düşündü. 5 ay öncesine ruhu uçtu gitti.

***********************

Bir iş gezisi ve yine bu oteldeydi. Müşterilerle toplantıları bittikten sonra yemek davetlerini kibarca reddetmiş, akşamı kendine ayırmayı planlıyordu. O akşam otelde çok büyük bir düğün daveti olduğunu duymuştu resepsiyondakilerden. Belki dışarda bir yere gitmek daha iyi olur diye düşündü. Odasında hazırlandı ve kısa beyaz şifon elbisesini giyip asansöre yöneldi. Katta bulunan 2 asansörden birinin tuşuna bastı ve beklemeye başladı. Kapı açıldı ve içeri girdi, tam kapı kapanacakken biri seslendi "lütfen asansörü bekletirmisiniz?" Hemen bekleme düğmesine bastı ve kapılar geri açıldı. İçeri uzun boylu ve takım elbiseli bir genç adam yüzündeki kocaman gülümsemesiyle girdi. "Çok teşekkür ederim" "Rica ederim önemli değil" dedi kız gülümseyerek. "Düğüne mi geldiniz?" diye sordu adam. "Hayır, iş için burdayım sadece". Lobide ikisi de indiler. Birbirlerine iyi akşamlar deyip ayrı yönlere ilerlediler.

***********************

Otelden ayrılmak istemediğini farketti ve yemek için restauranta yöneldi aniden. Kendisine gösterilen masaya oturup içecek siparişi verdi. Garson elinde bir şişe kırmızı şarapla gelip servis yapmaya başladığında tam ağzını açıp bir şey söyleyecekken garson, "Hanımefendi, bu şarap beyefendiden size ikramdır" dedi ve gösterdiği yöne baktığında asansördeki genç adamı gördü. Hafif tebessümüyle masaya doğru yaklaşmış ve "Asansörü beklettiğiniz için minik bir teşekkür olarak bakarsanız çok sevineceğim. Üstelik bu, tadabileceğiniz en iyi şaraplardandır. Geri çevirmezseniz, misafir olduğunuz şehrimizde size iyi evsahipliği yaptığımı düşünüp mutlu olacağım." 
Yüzünde kocaman bir gülümsemeyi farkettiğinde kendisi de şaşırdı ancak kadehi hafifçe kaldırarak , "Bu benim de tercih edeceğim şaraptır" dedi. "Şaraptan anlayan bir hanımefendiyle karşılaşmak her zaman nasip olmaz. Eğer müsaade ederseniz ve vaktiniz varsa burdaki en iyi şarap mahzenini gezdirmek için rehberiniz olmak isterim", "Yarın akşam uçağında yerim ayırtılmıştı...", "İsterseniz derhal ilgilenir rezervasyondaki arkadaşlar" diye atıldı genç adam. Genç kadın hayatının son beş dakikasının nasıl bu kadar seri adımlarla geliştiğine hayret ediyor ama reddetme ya da durma konusunda herhangi bir harekette bulunmak istemediğini farkediyordu. Uçuş bilgilerini bir çırpıda verdi ve genç adamın tebessümlü bir şekilde masadan uzaklaşmasını izledi. Anneannesinin sözünü hatırladı; "Hayat, sana minik adımlarla yürür, yeter ki önünü kesme !"

*******************

Ertesi sabah erkenden kahvaltıya indiğinde genç adamı kahvaltısını bitirmiş ve gazetelere göz atarken bulmuştu. Selamlaştılar ve masaya buyur etti genç adam. Garsonlar siparişleri alıp hemen servis ettiler. "Herhalde otelde yaşıyor ama burdan sorumlu biri de olabilir" diye düşündü genç kadın. O arada kahvaltı bitince hemen kalktılar ve otel dışında bekleyen araca binip yola koyuldular. Yolda genç adam, otelin ailesine ait olduğunu, ayrıca aile geleneği olan şarap üretimini de kendisinin üstlendiğini, yaşadıkları yeri ve kendisine ait herşeyi bir çırpıda anlattı. Genç kadın da kendisiyle ilgili detayları söyledikten sonra büyük bir araziden içeri girdiler. Şarap bağı ve dev bir bina vardı göz alabildiğine alanda. Genç adam yetiştiricilikle ilgili ince detaylar vermesine karşılık, genç kadının bu bilgilere eşlik etmesine, bu konuda kendisiyle yarışacak konumda olmasına hem şaşırdı hem de çok sevindiğini ifade etti. Genç kadın eğitimi nedeniyle İtalya' da bulunduğu sıralarda şarap kültürüyle tanıştığını, Toskana, Piedmont bölgelerini arkadaşlarıyla ziyaret ettiğini anlattı. Aralarında oldukça keyifli bir sohbet oluştu. Yeni tanışan iki kişi olarak bir anda bir kaç yılı atlamış gibi hissettiler. Bahçede hazırlanan bir masada şarap, peynir, üzüm ve cevizli, zeytinli, otlu ekmek çeşitlerini tadıp, bir sürü anılarını paylaşarak vaktin geçtiğini anlamadan akşamı ettiler.


Dönüş yolunda kalplerinde dev adımlar gürültülü sesler çıkarıyordu ikisinin de. Yüzlerinde hiç bırakamadıkları gülümseyişlerle otele geldiler. Ertesi sabah genç kadının uçuşu vardı. Genç adam onunla tekrar ve tekrar görüşmek istediğini, ancak şehirden şu aralar ayrılamayacağını özellikle vurgulayarak aramasını bekleyeceğini söyledi. Genç kadın ona işyeri kartını uzattı ve kendisinin de aynı hislerde olduğunu, görüşmek için istekli olduğunu ifade etti. Tokalaşırken elleri uzun süre ayrılmadı. 


Sabah havaalanına götürmek için kendisini beklediğini görünce kalbi hızla çarptı. "Bu kadar erken zahmet etmeseydiniz keşke", "Gidişinizi görmek beni üzse de, sizi tek başınıza göndermek istemedim" dedi genç adam gülümseyerek. Havaalanında görüşme isteklerini tekrarladı ve daha uzun süreli bir geliş için ikna etmeye çalıştı genç kadını. Yüreği uçakla birlikte havalanan genç kadın, bu şehre bir sonraki ziyaretini planlamaya çalışıyordu heyecanla.


Şehir olanca gürültüsü ve trafiğiyle onu bekliyordu. Ofise girer girmez asık suratlarla karşılaştı. Gelişini bir gün uzatmasına bozulmuştu patronu. Toplantıda da bunu kaba bir dille belirtti. Genç kadın açıklama yapmaya hamle edecek olsa da ses tonu gittikçe keyifsizliğini artıracak dereceye çıkmaya başlamıştı. Geçirdiği güzel günün ardından yaşadığı bu talihsiz an birden herşeyi silivermişti sanki. Odasına bir hışımla gidip bütün eşyalarını toparladı ve istifa dilekçesini patronun sekreterine bırakıp çıktı binadan. Bir taksiyi durdurup bindi ve güzergahı söyledi gözlerinin ıslanmasıyla birlikte. Taksi hareket etti ve herşey bir anda karardı.


*********************


Gözlerini bir hastane odasında açtı. Bindiği taksiye bir araç hızla çarpmış ve taksi yan dönmüş, boynunda bir hasar oluşmuş, tedavisi uzun sürmüştü. Hem işini, hem sağlığını kaybetme aşamasında dibe vurmuş biri gibi hissediyordu. Oysa başka bir şehirde ne kadar mutlu saatler geçirdiğini hatırladıkça, bu yaşadıklarına inanamıyordu. Ev ortamına geçtiğinde onu bir kez aramıştı ama ulaşamadı. Unutulduğundan ve ordayken yaşananların geçici bir mutluluk sahnesi olduğundan emin, o da onu unutmaya çalıştı. 

*********************


Yaklaşık 3 ay olmuştu kaza olalı. Ağrıları tedaviden sonra oldukça azalmıştı. İş görüşmelerine başlamıştı ama ailesi ısrarla bir tatil yapmasını öneriyordu. O ise iş yoğunluğunun, bu geçirdiği inişli çıkışlı döneme iyi geleceğini düşünerek bir görüşme yapmış ve bir holdingin avukatlığını almıştı. Bir yandan doktorun önerdiği masaj ve yüzmeyi, diğer yandan dava dosyalarına ve davalara yoğunlaşmış, hayatını sürdürüyordu. Ve sonunda bir tatil aralığı yaratmıştı ve seyahatini 5 ay önce ilginç bir tam gün geçirdiği şehre doğru planlar bulmuştu kendini.

*********************


Yemek boyunca son 5 ayın kareleri gözünün önünden geçti. Kadehindeki son yudumu alıp  masaya  bıraktı. "Hanımefendi bu şarap size ikramımızdır." Garsonun geldiğini farketmemişti
bile. Başını kaldırıp bir kadehe, bir garsona baktı ve "Bu kesinlikle bir dejavu olmalı", "Anlayamadım efendim?" "Pardon sesli düşündüm... teşekkür ederim" dedi kadehi eline alırken. Tam kadehi dudaklarına götürecekken "Bensiz içmeyecektin umarım?!" dedi bir ses. Arkasını dönüp bakmaya korkuyordu. Genç adam tam karşısına gelmiş ve oturmuştu. Yüzünde aynı anda mutluluğu ve kırgınlığı nasıl taşıyabiliyor diye düşündü. 


********************


Gecenin sonraki bölümünde kumsalda oturup birbirlerine neler olup bittiğini anlattılar. Genç kadın, adama kartını vermişti ve o kartta özel cep telefonunu yazmayı unuttuğu ve ardından da işyerinden istifa ettiği için genç adam ona ulaşamamıştı. Genç kadın, adamın onu unuttuğunu sanıp, şansını sadece bir kez deneyip bırakırken genç adam ona defalarca ulaşmaya çalışmıştı. Hayat, onlara bir adım atmıştı bir kez, isteseler de durmayacaktı. 

Yürekleri aşk diliyordu ve tam o anda gökten bir yıldız kaydı....








{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




5 Ekim 2010 Salı

ada' da





3 gün üstüste arkadaşımın sahaf dükkanında çalışmıştım, bacaklarım "dinlendir biziiiii" diye bağırmaktaydılar. Ama güzeller güzeli ablam, taaa yaşadığı şehirden kalkıp beni ziyarete gelmişti ve pazar günü adaya gidelim demiş idi. Havanın, sabah kalktığımızda gri ve ardından şakır şakır yağmurlu olacağını bilseydim elbette "tamam gideriz" demezdim amma demiş bulundum. Dolayısıyla mızmızlansam da, ayak diremeye çalışsam da aslında hava sadece yağışlıydı, serin değildi ve yola çıktık. Şemsiyelerle çıktığımız evden otobüse binip de Bostancı' ya vardığımızda kuru ve güneşin cayır cayır yaktığı bir ortama geçince durum tamamen değişmişti benim açımdan.

İskeleye yakın çay bahçesinde bir ada ritüeli "ada çayı" ısmarladım ve sırt çantama attığım 3 çekirdekli galetayı yanında çıtır çıtır yedik. Sonra biraz yürüyüş yapalım dedik, çünkü midemiz güzel kokulara, ürettiği özsularla cevap veriyordu ve biz de oturacak güneşli ve keyifli bir yer arandık.


Dolaşma esnasında ne kadar hoş kare varsa vizöre hapsetmeye çalıştım. Bir sokak, bir evin çatısının bulutlarla dansı, bir kapıdan sarkan saksılık, dondurma külahları vs vs....













Şimdi ben ne içtiğimiz buz gibi birayı, ne de eşliğinde enfes kalamar, midye, patates kızartması, patlıcan ezmeyi anlatmayacağım burda (!) Evde bacaklarımı uzatma düşüncesi sabahın yağmurlu havasında ne kadar iyi geldiyse, adaya ayak bastığımda kendimi bir o kadar cennette hissettim. İspatı mı?? Buyrun başımda bir hale ile dolaşırken çekilmiş kareyi sunarım efendim.







{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



not: görseller M©MENT©S arşivindendir.