31 Aralık 2010 Cuma

yeni sene













Tanıdığım, tanımadığım, sevdiğim, uzak durduğum, sağlıklı, hasta, kalabalık, tek başına, zengin, fakir, işli, dişli, işsiz, dişsiz, çoluklu, çocuksuz, evli, evsiz vs. vs. vs. herkese ve tüm dünyaya rahat nefes alınacak bir sene diliyorum.
Hepsi bu...








not: kullanılan fotoğraf google görsellerden -cafefernando- alıntıdır. 

30 Aralık 2010 Perşembe

buluşma



(mini nihavend peşrev)

************************

Hayatımızda yaşadığımız bazı olayların ; o olayın içinden geçip gittiğimizde bile izleri kalır benliğimizde.

Ailem, bize zahmet çektiren bir semte taşındığında onlarla  beraberdim. Ayağıma yapışan çamurların ağırlığından yürüyemez olduğumda, bir gün burdan ayrıldığımda bir daha adımımı bile atmayacağımı söylediğimi hatırlıyorum. Nitekim büyük deprem olmadan önce başka bir yere taşımıştık evi ancak bu sefer bir başka sürpriz yaşayarak. 

Babamın ani rahatsızlığı, ameliyatı ve sonrasında bir pıhtının bir damarı tıkaması sonucu gelen kısmi felç ve beş saat içinde gözlerimin önünde ölmesi, hayatımın üç senesini dondurmuştu. Bindiğim işyeri servisi ile Haydarpaşa Hastahanesinin önünden geçmek zorunda kalmak, yaşadığım en büyük ızdıraptı. Her geçişimde gözümdeki yaşlar, nöbeti yanaklarıma teslim ediyordu. Nefret etmiştim o taş binalardan da, o semtten de. 

Aynı duyguları, uzun hastalık ve tedavi sürecini Cerrahpaşa Hastahanesinde geçiren annem için yaşadım. Her  gidişimde midem kalkmıştı, prangalı mahkum gibi yine gittim. Annem vuslata erdiğinde, o semtten geçmeyeceğime yemin ettim. Şükür ki henüz bu yemini bozacak bir zincirlenme eylemi yok.


Bizi acıtan "şey" ler elbet güçlü de kılıyor. Böyle bir güç ister miydim bilmiyorum... hala o radyolu ve sobalı evin küçük,  neşeli, serseri kızı olup; hiç bir bina, semt ve kişilerle kırgınlığım olsun istemezdim. 

Başka bir kırgınlık beni, çocukluğumun tatlı ihtiyarından mahrum bırakmıştı uzun süre. Bugün kocaman adımlar atıp, görmeye gittim onu. Adımı tekrar etti,  uzun uzun seyrettik birbirimizin yüzünü, ezberler gibi. 




Biliyorum, tüm sevdiklerimle buluşacağım bir gün. Belki ben toprak, sevdiklerim çiçek, belki de onlar kocaman bir bahçe, bense bir ağaç yellim yepelek...





{ಠ,ಠ}

|)__) 
-”-”-




not: fotoğraf M©MENT©arşivindendir.




27 Aralık 2010 Pazartesi

şans/sız





 ****************

Şüphesi yoktu, artık emindi. Kendini anlatmalıydı. Onu farkettiğini, ondan  ne kadar hoşlandığını, onun ayak seslerini dinlemeyi ne kadar sevdiğini mutlaka söylemeliydi. İnsanların birbirlerini sıkça sevdiklerini söyleyen bir ortamda büyümüştü ve sevginin, hissedildiğinde paylaşılması gerektiğini, insanları yumuşatan, hassaslaştıran, çoğaltan bir şey olduğunu biliyordu. 

Kalpten kalbe mutlaka bir yol vardı ve o yolun kapısını açacaktı. İlk hareketin ondan gelmesini beklemenin aptallık olduğuna karar verdi. Beyninde kurguladığı tüm düşünceler ona müthiş heyecan verdi, içindeki dalgalanma yükseldi ve yüzüne vurdu tatlı bir renkle.

Eline telefonu aldı ve tuşlara dokundu.

*******************

Çoktan gelmesi gerekirdi, artık meraklanmaya ve hatta korkmaya başladı. Bir daha arasam mı düşüncesinden hemen sıyrıldı. Saate baktı... bir terslik olmalıydı. Telefonda sesi o kadar heyecanlı geliyordu ki, bu gecikmenin onun taşıyamayacağı acılıkta bir sebebi olmaması için dilekte bulundu.

Tam o esnada kapı çaldı. Yüreği ağzında kuş olup uçtu kapıya. Ortak arkadaşları, omuzları aşağı düşmüş, gözleri kırmızı ve ıslak vaziyette ona bakıyordu.

O an taş kesildi. Hiç şanslarının olmadığını farkedip acı bir gülümseme belirdi dudaklarında. 

Son telefon konuşmasını ölene kadar hatırlayacaktı.





{ಠ,ಠ}

|)__) 
-”-”-




af/ola







***********************


Şüphesi yoktu, artık emindi. Kendini anlatmalıydı. Bütün bu insanlar yalan yanlış bildiklerini ulu orta söylüyorlardı. Boş gevezeliklerini tek tek dinlemektense, hepsine esaslı bir sunum yapmalıydı. Telefonu eline aldı ve teker teker numaraları çevirdi.

 *********************


Hepsini aile evine çağırmıştı. Dairenin açık olan kapısından içeri girerken birbirlerine şaşkın bakan gözlerle karşılaşmak onu şaşırtmadı. Hiç birinin tarzı değildi böyle bir hareket. Bunların içinden hiç birisi adam gibi birilerinin karşısına çıkıp da daaaaaaaaaaaaaaan diye düşüncelerini söylemezdi çünkü. Varsa yoksa kaypaklık, arkadan konuşma, hem de ne konuşma... laflara bire bin katma, evirip çevirme... 

Niye böyleydi bunlar? Oysa öyle bir ağaçtan geliyorlardı ki; mert mi mert, dürüst mü dürüst, sert ama bir o kadar vicdanlı bir adamın tohumlarıydı burda oturanların hepsi. Demek ki; onca tohum çöpe atılsaymış, çöp şenlik yaparmış diye düşündü dudaklarında gizli bir gülümsemeyle.
Gelen gelmişti. Hepsinin karşısına geçti, tek tek gözlerine baktı. Nefes aldı ve sözlerini teker teker ağzından çıkarıp, kurşun gibi onlara yöneltti. Tüm olayların detaylarını, soruları, verilen cevapları, olayları, yaşananları ve yanlış bilinenleri sıraladı. "ama.." diyecek olanlara lafının bitmesini beklemelerini söyledi.

Kendisini olmadığı ortamlarda yargılayan, suç saptaması yapıp, cezayı da belirleyen bu insanlara bakarak, sözlerinin sonuna geldi. "Her zaman olduğu gibi sizden istediğim hiç bir şey yok, sizleri buraya toplama amacım, benim arkamdan olayları çarpıtarak anlatışlarınıza bir son vermekti. Şimdi tüm bu olayları bilerek yaşayacaksınız ve birbirinizin yüzüne bakacaksınız. Bir gün, hayatınızın sonuna yaklaştığınızı hissettiğinizde içinize kocaman bir taş oturacak. Kimselere vermediğiniz anlayışınız, hoşgörünüz, sevginiz, manevi güçleriniz yanısıra zor zamanlarda kendinize sakladığınız paranız, herşey, herşey içinizde taşlaşacak... kurtulmaya çalışacaksınız o acıdan, kusup rahatlamaya çalışacaksınız ama nafile. Senelerin birikimi ancak içinizi parçalayarak çıkabilecek sizden. Tanrı affetsin sizleri !"


Bir ışığa doğru yürür gibi kapıdan çıkıp gitti.




{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-






25 Aralık 2010 Cumartesi

hissiyat




****************************






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



not: fotoğraf M©MENT©S arşivindendir.




24 Aralık 2010 Cuma

yine yeni bir mim...


******************** 



Sevgili Müge, bir röportaj niteliğindeki soruları içeren "mim" pas etmiş bana ve bir çok blogdaşa. Hazır süregiden bir yazıya başlamamışken hemen yanıtlayayım dedim. Buyrun efendim, cevaplarım:



2010 yılında mutlu olduğunuz şey nedir?

Her yeni yıla girdiğimde, içimde biraz hüzün, biraz neşe ortaklaşa yer bulur kendine. Bu sefer de öyle olmuştu. İlk aylarda beni çok mutlu ettiğini sandığım bir olay gerçekleşmişti ancak bunun yalancı bir mutluluk olduğunu sonradan anladım. Şimdi 2010' un toplamına baktığımda, gerçekten en mutlu olduğum şeyin, yıllardır yapmak isteyip de şimdi fırsat bulduğum "solfej ve şan" derslerine başlamam olduğunu görüyorum. Ayrıca sevgili Müge' nin de hatırlattığı gibi yılın son aylarında güzel bir etkinlikte, sevgili blog arkadaşlarımla fiziki olarak buluşmam da cabası.


2011'e nasıl girmek istersiniz?

Evimde, koltukta bacaklarımı uzatmış, enfes bir şişe merlot şarapla birlikte girmek isterim.


2010 yılında yapmayı isteyip yaptıklarınız ve yapamadıklarınız nelerdir?

Yaptıklarım;

Çokça börek, çokça kurabiye ve kek çeşitleri, bolca yazı, sıklıkla arkadaşlarımı ziyaret etmek, hastane ziyareti, umut-sevgi vermek, metronom eşliğinde nota seslendirmek, iyi bir öğrenci olmak, diyaframdan nefes almayı öğrenmek ve bu işi hakkıyla yapıp karın kaslarımın anasını ağlatmak, bolca temizlik, ütü, çeşitli yemek denemeleri, pilates kraliçesi seçilme yolunda emin adımlarla ilerlemek, saçımın rengini koyultmak, bir sokak kedisine kendimi sevdirmek, tanıdıklarıma sıkça sevdiğimi söylemek, kaktüsüme gözüm gibi bakmak, gidenlere el sallamak, hatıralarımı iyi saklamak.


Yapamadıklarım;

Yeni bir yurtdışı seyahati, kışın ortasında denize girmek, evde bir hayalet beslemek(!) (bunu syrakusa' dan kıskandım, adamın evinde terliklerini yatağının ayakucuna koyan bir hayaleti var yaa), bulunduğum semtten taşınmak, bir pastahaneyle ortak çalışmak, Fazıl Say' a bir beste yapamadıklarım arasında.

Şimdi bu mim' i HayalKahvem ve Aylardan Şubat' a paslamak istiyorum :) Sıkıştırmak yok, ne zaman cevaplamak isterlerse...
 






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


22 Aralık 2010 Çarşamba

belir/siz-den



*****************************

Ordan ayrılırken, içindeki sorulardan, sorunlardan yavaş yavaş arındığını farketti. Ne güzel şeydi sonsuz bir sessizliğin içinde söyleşmek, içindeki bütün kuşku ve korkularla yüzleşmek.
Hayatında kendine defalarca hediye almıştı, irili-ufaklı, pahalı-ucuz... Bu şimdiye kadar kendinden kendine en muhteşem hediyeydi. 

Kimse bu işin sırrını öğretmemişti ama şimdi emindi ki kimse bilmiyordu zaten. Herkesin kendine ait bir sınırı vardı ve o sınır, onları tümden sınırlıyordu. Oysa bir koltuğa kendini, diğerine kendini oturtmakta imiş sır. Kendini sinemaya götürmekte, bir konserdeki coşkuyu kendiyle yaşamakta, bir gün batımını kendi gözlerine seyrettirmekte, harika bir şey gördüğünde, kendi koluna dokunup göstermekte imiş marifet... Oysa herkes bir başkasına seslenir, bir başkasına dokunmak ister... 

"Önce kendine dokunursan, önce kendine o keyfi verirsen, başkalarında kendini görmen çok daha kolay olur" diye mırıldandı. 

Ağzına karamelli bir şeker attı. Diliyle damağı arasında sıkıştırdığı bu tad bile her zamankinden farklıydı. Yüzüne sıcak bir gülümseme yayıldı.






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


19 Aralık 2010 Pazar

belir/siz-de




*****************************

Yürüdü; kendi koridorlarında. Kaç adım atması gerekiyordu bilmiyordu. Arşınladıkça dibe gittiğini, koyu bir karanlığa girdiğini farketti. Önce korktu, seslendi. Sesine yankı buluyordu ama aynı şeyi duyuyordu, sorduğu şeyi, ya da söylediği şeyi. Sonra yoruldu, bıraktı artık kendini. Ama bu bırakış, kendini tanıdık birine teslim edasıydı. Bu yolculukta debelenmenin faydası olmadığını görüp, tevekkül edişe yöneldi ve dinledi iç sesleri. Kendi sesinin, bir çok tonda yankısını duydu. Sohbet etmeyi öğrendi kendiyle, dinlemeyi. Huzur dalgası yayılmaya başladı tüm bedenine. Burdaydı işte ve hep gelecekti, biliyordu artık.







{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



17 Aralık 2010 Cuma

belir/siz-e




******************************


Ve yolculuğuna çıktı. Kendisi, kendini aldı gitti. İhtiyaçtı, gerekliydi, önemli bir adımdı onun için. Sağ kulağına yüreğinin, sol kulağına  aklının kulaklığını taktı. Masaya defteri ve kalemi koydu. Karşısına teker teker hayatındaki yüzleri.
Biliyordu durumunun (-e) halindeydi daha... 

Serüven yeni başlamıştı. 







{ಠ,ಠ}

|)__) 
-”-”-


16 Aralık 2010 Perşembe

belir/siz




***************************


Gitmeli miyim ? Gitmeliyim !.. 
Nereye? Herhangi bir yere...
Ne zaman dönmeliyim? Yeterli zaman sonra.
Özleyecek miyim? Şimdiden bir şey demek yersiz.








{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


13 Aralık 2010 Pazartesi

bir buluş/(a)ma/ma hikayesi






************************


Ne zamandır güzel giden havaların, tam da bu cumartesi bozacağı tutuyor. Bana emanet edilmiş iki kişilik bir biletle, aslında bir haftadır cumartesi gününün gelmesini heyecanla bekliyorum. Nedeni ise sadece yazılardan birbirimizin hayatlarına karışmış iki değerli insanla tanışacağım. Üstelik sadece ben değil, Nessuno da dahil bu tanışmaya. 

Cumartesi sabahı oluyor ve ülkede kar kış kıyamet gidiyor. Posta kutumda bir mektup beliriyor, bakıyorum ve omuzlarım düşüyor. Bulundukları yerde tipi fırtına fazla olduğundan, doğal olarak gözleri korkmuş HayalKahvem' le, Aylardan Şubat' ın ve gelemeyeceklerini üzülerek belirtiyorlar. Vuslat başka bir zamana ama bahara bırakmayacağımız kesin, karşılıklı iyi dilekleşiyoruz.

Yavaş yavaş hazırlanıyorum. Evde bir sürü iş birikmiş. Herşey bize bakıyor sonuçta, sesimi terbiye edeceğim derken evimin terbiyesi gidecek elden bu gidişle.

Sokağa çıktığımda ciddi bir fırtınayla karşılaşıyorum ve iri iri yağan yağmurla. Hemen bir otobüse atlayıp, kendime güzel bir yer bulup, oturuyorum. Genelde müzik dinlerim ya da derslerden birinde ses çalışmasını kayıt etmişsem onunla ilgili kulağım iyice örtüşsün diye takarım hemen kulaklıkları ama şimdi sadece düşünmek istiyorum. 

Bu koca hayat nasıl da geçip gitti, ben bir Orhan Veli gösterisini seyredemeden diye hayıflandım. Sonra o koca hayatın zorlu anlarını da hatırladım, maddi manevi her seferinde bir şey çıkmıştı mutlaka. Yoksa ben ben olacağım da böyle bir gösteriyi seyretmeyeceğim. Mümkün değil...

Müşfik Kenter' i de ne kadar çok severim. Dur bakayım benim onlarla tanışıklığım öyle gerilere dayanıyor ki; Allah sizi inandırsın, siz deyin 7 yaş, ben diyeyim 8, evet gün gibi hatırlıyorum. İstanbul Aksaray' daki evdeyiz, hol epey genişti ve yemek masamız ordaydı. Sobamız çıtır çıtır yanar, üstünde mutlaka elma, portakal kabukları olur ve bir de çaydanlık kaynardı daima. Yugoslavya' dan gelmiş ışıklı ve pikaplı radyomuz mesaisine erken saatte "demirbank hayırlı işler diler" diye başlar ve bizim uyku saatimize kadar hep açık olurdu.  "Uğurlugil Ailesi" skecinin müptelası olmuştuk. Kimler yoktu ki, Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Çolpan İlhan, Şükran Güngör, Tevfik Gelenbe, Kadriye Kenter, Genco Erkal vs...

Bu değerli sanatçılarla ilk önce sesleriyle tanışmıştım. Kulağım bu sesleri dinleyerek o kadar gelişmişti ki, başka bir eser seslendirme yaptıklarında hemen tanıyor ve söylüyordum adlarını. Müşfik Kenter' in sesindeki tonlama, hep adı gibi müşfik bir renkteydi. Dedesini dinleyen uysal bir çocuk oluyordum sanki onu dinlerken. Bir iki tiyatro oyununda ve sinema filminde seyretmiştim ama nedense "Orhan Veli şiirlerini" bir türlü izleyememiştim. Onca sene sonra Kozzy' de karşımıza "bu son fırsatın" der gibi çıkıvermişti işte. 2010 biterken bize bir hediye olabilirdi bu izlence. Ah bir de Blogdaşlarımız da gelebilseydi... Karşılıklı kelimeler birbirini blogda ağırlıyor, misafir ediyorsa, şu dünyada biz de nacizane HayalKahvem' le, Aylardan Şubat' ı ağırlamaktan ne kadar mutlu olacağımızı düşünmüştük Nessuno ile ama kısmet başka sefere.

Sonuçta ben bunları düşünürken bir baktım ineceğim yere gelmişim ve yağmur artık yerini lapa lapa kara bırakmıştı dışarda.

Güzel bir sohbet ve yemek eşliğinde geçen zamandan sonra, oyun başlamasına yarım saat kala Kozzy' e varmıştık bile. En üst kata çıkarken gözümüz dükkanlara takılıyordu, yılbaşı nedeniyle süslenmiş renkli vitrinler, ışıltılı mekanlar. Orta katta ilginç bir bar-restaurant vardı, bir kaç kezdir gözüm takılıyor ama önünden geçip gidiyordum. Bu sefer içini görmek istedim, zira bir gazetede köşe yazarı, bu yerle ilgili yazı yazmış ve hatta içinde zeytin ağacı olduğundan bahsetmişti. Bilirim bazı mekanlarda ağacı kesmeyip, iç mekana alacak şekilde düzenleme yaparlar, burda da böyle bir şey mi oldu diye merak ederken, kapı girişinde iki bayan bana bakarak "nesli" diye (inanın ben böyle algıladım)seslendiler. Hayatımda daima birileri, beni birilerine benzettiğinden alışığımdır bu duruma, hatta sıcak sahneler yarattığım bile olur. Benim soru işaretli tavrım onlara yanlış insan mesajını çoktan vermişti bile ama lafazan yanım her zaman öne atıldığından, onlara "benzettiğiniz kişiye çok mu benziyorum?" dedim, onlar da "evet" dediler, yüzlerindeki ifade o kadar tatlıydı ki, o an onların bir tanıdığı olup kucaklaşmayı istemedim değil, "ah inanın o olmayı çok isterdim" diye geveledim ama duyulmadı sanırım, zira Nessuno çoktan onlara bir soru yöneltmişti bile. "Pardon ne dediniz biraz önce?". Karşı taraf "Nessuno" deyince, ben artık o andan itibaren ne yaptığımı hatırlamıyorum. Tek hatırladığım "inanmıyorummmmmm!" kelimesini gereğinden fazla sıklıkta tekrarlayıp, HayalKahvem' e sıkı sıkı sarıldığım...
Beynim, onların gelmeyeceğine o kadar kani ki; net olarak bana yöneldiklerini algılayamadım bile.

Oyun sonrasında  karşılaştığımız yerde nihayet fiziki olarak (!) kahve içtik ve öyle sıkıştırılmış sohbetler yaptık ki... görmeye değerdi. Bazen ikili konuşuyorduk, bazen hep beraber, bir konu başlıyor hemen ardından bir başkası devam ediyordu. 

Soracağım, anlatacağım o kadar çok şey vardı ki daha... akrep yelkovan birbirlerini kovaladılar ve dönüş yolunun tehlikeye girmemesi için vedalaşma vakti geldiğinde, beraber taksi durağına yürürken, yağan kara nazire olsun diye hep bir ağızdan "her yerde kar var" şarkısını söyledik.

Onları yolcularken, bir akrabamı, çok eski bir arkadaşımı uğurlar gibi içim hafif hüzünlendi. Ama onlarla geçirdiğim zaman o kadar keyifliydi ki; hüzüne yer vermeye gerek yoktu. Bir şiir dinletisi, şiir gibi bir tanışıklığa sebep olmuştu.

Teşekkürler şiir... Teşekkürler HayalKahvem... Teşekkürler Aylardan Şubat... Teşekkürler Nessuno !...






{ಠ,ಠ}

|)__) 
-”-”-




6 Aralık 2010 Pazartesi

s/öz



(The Moody Blues - Nights in White Satin)
 ********************




"Asla aşk acısı çeken birine aşık olmayın. O kişi yaralıdır ve yara bandı olarak sizi kullanır."

P. Neruda









{ಠ,ಠ}

|)__) 

-”-”-


3 Aralık 2010 Cuma

mutsuzluğum sonsuza kadar sürer



(Don McLean - Vincent)
*************************


Kulübenin kapısını açıp, içeri girdi. Seslendi odaya doğru;

- Ben geldiiiim...

Ses gelmeyince bir daha bağırdı,

- Heeeeyyy, kimse yok mu?
- Burdayım, odamda

Elindekileri mutfak tezgahına bıraktı ve odasına doğru yürüdü.

- Bugün nasılsın? deyip yaklaştı ve başını çember içine alan sargı bezlerini kontrol etti.

Başını salladı sadece iyiyim, der gibi.

- Biliyor musun, doktorla konuştum, bir kaç gün sonra ayağa kalkıp, yarım kalan resmine devam edebilecekmişsin.
- Bu iyi işte, dedi elini piposuna uzatarak.
- Sana içecek bir şey hazırlayayım mı? Çay, kahve ?
- Kahve iyi olur, sağol.
- Tamam hemen geliyorum.

Mutfakta ocağa suyu koydu, iki fincan alıp kahveleri hazırladı. O arada getirdiği yiyecekleri dolaplara yerleştirdi. Su kaynayınca kahveleri alıp odaya döndü.

- Dışarda yumuşak bir hava var, gelirken tarlalardaki ayçiçeklerinin rengi gözlerimi aldı. Ama inan bana senin tablonda daha canlı duruyorlar.
- Öyle mi?
- Evet, canlı renklerde daha iyi ifadelerin var... bak ben pek anlamam resimden falan ama senin tablolarına bakınca kendimi içindeymişim gibi hissediyorum. Yani biz burda oturuyoruz ya, işte oturduğumuz yerden sonrasına senin bir tablonu koyduğumuzda sanki o görüntü devam ediyormuş gibi, ordaymışım gibi oluyorum. 

Gülümsedi, gülümseyince bandajlar gerildi, yüzünü buruşturarak eliyle kulağını tuttu.
- Ayy acıdı mı? hay allah güldürmeseydim seni, dedi
- Yok birşeyim, geçer şimdi. Demek böyle hissediyorsun?
- Evet Vincent, hem bana gösterdiğin önceki çalışmalarından daha çok seviyorum şimdikileri. Daha renkli, daha canlı. Keşke ben de yapabilsem...
- Çalıştırırım seni istersen...
- Gerçekten mi? çok mutlu olurum.

Sessizlik oldu, kahvelerinden yudumladılar.

- Büyükbabam hep bu hayatın çok aptal bir yer olduğunu söyler durur, niye dünyaya gelmişiz falan diye soru sorar. Ama ben hepimizin bir şey için burda olduğunu hissediyorum. Kendiminkinden o kadar emin değilim, belki iyi bir eş, iyi bir anne olacağım. İyi çocuklar yetiştireceğim ama senin neden burda olduğunu biliyorum.

- Neden?

- Sen; bu hayatı farklı renkleriyle bize göstermek, geçip giden tüm renkleri ve güzellikleri tablolarına aktararak kalıcı kılmak için burdasın. Sen yaratıcısın bir yerde... biliyorum sonuçta ben cahil bir köylü kızım ama bazı insanların farklı olduğunu anlayabiliyorum.

Yatağında aşağı doğru kaykılır. 

- Ben şimdi gideyim, yine uğrarım. Sen iyice dinlen.

- Uğradığın için teşekkürler, der ve gözlerini kapatır.

Kahve fincanlarını mutfağa götürüp yıkar ve kapıyı usulca çekip çıkar. Kafasında bir sürü soru işaretiyle evden uzaklaşırken şunları düşünür.

"Neden böyle mutsuz? Daha iyi resimler yapmak için bu ruh halinde mi olmak gerekir Tanrım? Oysa ne kadar başarılı. Kendi değerinin farkına bir varabilse... bir silkinse... kendisiyle öyle kavga halinde ki; hiçbir şeyi, ondan hoşlandığımı bile görmüyor..."


Vincent ise yatağında şunu düşünüyordu. "Mutsuzluğum sonsuza kadar sürer."









{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



2 Aralık 2010 Perşembe

bir kaç can' la geçen zaman...



michael jackson - One Day In Your Life

*********************************


Dündü. Güzel bir gündü. Bodrum' dan gelen yeğenim ve arkadaşını gezdirmek istedim. Şansa Nessuno' da müsaitmiş, katıldı bize. Hava, üstümüzdeki giysiler, sokak, ruh halimiz,  hafif ve yumuşaktı. Mekan; Taksim, İstiklal caddesi, Asmalı Mescit, Tünel, Galata Kulesi civarı, Doğan apartmanı, Saint Antoine Kilisesi, yine İstiklal caddesi ve geri dönüş. Çok keyifliydi. Fotoğrafladıklarımla aktarıyorum.



Cite De Pera - Çiçek Pasajı


 Aynı binadan bir detay


 Galatasaray Lise önünde bir grup etkinlikte



Danslarına eşlik etmeye başlamıştım ki...


birileri gözetliyormuş meğer.. sen misin beni çeken al sana !


şapka sergisine hoş geldiniz :)


Asmalı mescitte bir detay


çay fincanının dibinde bir göz var.. görebiliyor musunuz?



Soluklandığımız kafepi' den bir detay


Tünel' in önünde Ali Poyrazoğlu' na denk gelmez miyiz.. hiç kaçırmadım


Tünel' in karşısındaki asırlık binadan bir kesit. Ama neden bu kesit? Nessuno ile binaya bakınca, yaşayan soluk alan bir şey görmenin etkisiyle, çiçekli pencere bizi çekti.


Galata Mevlevihanesinin önündeki kediler


Sakinlik içinde duruyorlardı


Oldukça besiliydiler


Sanırım bu, başkanlarıydı, kapı önü nöbeti ondaydı


Gördünüz mü? dil çıkarıyormuş meğer bana :)

ve geldik Galata Kulesine, tepesinde dolanan 3 kuşu da hapsediverdim kareye



 sarı renkli bina Doğan Apartmanı ve daracık sokaklardaki cumbalı bakımlı ve bakımsız evler tezatı

yine bir sokak gösterisi... melodi o kadar hoş ki, yine katılıyorum onlara



Saint Antoine akşamın alacakaranlığına denk geldi 


Gezi bitti ama karınlar acıktı. Tek yapılması gereken Şampiyon' da kokoreç yemekti ve yenildi. Nessuno' nun elinde son lokmaları kalmış ekmeği çekmeden edemedim (biraz flu idare edin, zira ağzına atmadan aceleyle yakaladım :)) )




İzlediğiniz için teşekkürler... 







{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: fotoğraflar M©MENT©S arşivindendir.



çiçek/siz




*****************************

Bana hep çiçek getirme,
sadece kendini getir.
Ama gerçek sen' i,
içindeki saf kimliği.
Geleceksen onunla gel.
Yanında başka bir şey gerekmez !

Ne pahalı şaraplar,
ne paket paket çikolata,
ne değerli başka şeyler,
ne de çiçek...



Sadece getirebilirsen
başarabilirsen eğer;
karanlık dehlizde bıraktığın, 
kendine ulaşmayı...
işte o' nu,
pamuklara sar sarmala getir.

Dene, defalarca...
Eğer gerçekten istiyorsan.
Yorulduysan, bıktıysan,
sıkıldıysan..
bence zorlama !
Hem de hiç !
Git yoluna ve rahat bırak
Ben ve sen' i.


.



{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: fotoğraf M©MENT©S arşivindendir.


1 Aralık 2010 Çarşamba

mektup çeşitlemeleri - 5 (şikayet mektubu)



G. Rossini - Kedi düeti

************************



Efenim ben dünyaya gözümü büyük bir şehrin, orta halli insanlarının yaşadığı bir sokakta açmışım. Babam, bizleri anneme yerleştirdikten sonra ortadan kaybolmuş. Zavallı annem, bize musallat olan çevre apartman ahalisinin çocuklarından, kargalardan, martılardan, köpeklerden ve diğer kedilerden korumakla, aynı zamanda da bizi doyurmakla iştigal etmekteydi. Diğer kardeşlerimle etrafımızda neler olduğundan habersiz, bizi ısıtan güneş altında hoppidi, boppidi oynarken büyüdük. Etrafta bir kaç yardımsever insan vardı da, onların verdiği ev artığı yiyeceklerle de midemiz bayram yapıyordu. 

Ama bir velet vardı ki, onu anlatırken tüylerim diken diken oluyor. Bu 8-9 yaşlarındaki kız çocuğu sevecen davranışlarının altında, içinde büyüttüğü şeytan ruhuyla yaklaşır ve kulaklarımızdan, kuyruk ve bıyıklarımızdan çeker, bize olmadık eziyetler ederdi. En sonunda sokağa taşınan bir veteriner sayesinde bu kıza gereken ders verildi de biraz rahatladık vallahi ergen dönemimizde. Yoksa kardeşlerimle biz de ona hain bir plan hazırlama girişiminin eşiğindeydik.

Bu insanları anlamıyorum ben, göyya bize yemek vererek, ruhlarını temizlemeye çalışıyorlar. Ama yaptıkları eylemin iler tutar tarafı yok. Bu insanlar yiyecekleri bir naylon poşete koyup camlarından dışarı sokağın ortasına atıyorlar. Olacakları düşünebiliyor musunuz? İnsan ya da hayvan farketmez o nesnenin yere hızla düşmesiyle çıkardığı şlopfff sesinden kalp krizi geçirebilir... allah sizi inandırsın kaç tane öyle mefta olmuş arkadaşımızı sıralayabilirim. Ne o, bunun adı yemek yardımı... hay ben *^&?!/~> (kendi kendime sansür uyguladım) ama haksız mıyım allaseniz, elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin, insan bir kabın içinde şunu servis etse ölür mü yani?!?!

Ayrıca bizim sokakta bir kadın var, sağolsun bize hep şu kocaman algida dondurma kaplarında (ah canım nasıl da çekiyor ama kim verir bize dondurma pööhh) su koydu kaç kere sokağa. Ama n' oldu biliyor musunuz? Şu yeni türeyen, kendilerine göre bir el arabasına takılmış çuvallara tüm plastik, teneke, kağıt vs şeyleri dolduran insacıklar bizim için bırakılmış kaplara göz diktiler. Her seferinde ortadan yok oldu kaplar. Bizim kaplara uzanan o elleri ısırmayı hep içimizden geçirdik arkadaşlarla ama o insancıklar bizden daha ihtiyaç sahipleri diye bıraktık peşlerini. Yoksa çok arkadaşım koyverdi kokularını onların çuvallarına.

Ah ah saymakla bitmez ki sıkıntılar... hangi birini anlatayım. Şöyle sokakta kendine bir yer bulmuşsundur ve güneşe sırtını verip uzanmış, mayışmışsındır. Aniden birileri hoplar yanında "BÖÖÖÖÖH" diye.  Ne bu şimdi yani??! sorarım, noldu da böh yaptın, ben seni bir korkutucam o zaman görücen anyayı konyayı...

Allahtan trafik yok bizim sokakta, ah bir de o deli şoförlerle, korna sesleriyle uğraşamazdım. Biraraya geldiğimizde arkadaşlar anlatıyor, kaç tane arabanın lastiğinde tanıdıkların iç organlarına rastlamışlar...Onlar koklarken sanki arabalarını yemişler gibi "piissst piistttt" diye bağırmıyorlar mı, bir güzel işeyip öyle terkediyoruz orayı diyorlardı. İyi de yapıyorlarmış. 

Şu dünyaya dört ayaklı geldik diye nedir bu bize reva görülen canım?! Yahu kardeşim yok mu bizim bir sendikamız? Bizi koruyan birileri, ne bileyim kanunlar felan yok mu? aaaaaa fenalık geldi valla bunlardan yahu !! Kendi aramızda yavaş yavaş örgütleniyoruz, ya biz de bir zamanlar "kuşlar" filmindeki gibi bir "kediler" filmi gerçekleştireceğiz ya da toptan buraları terkedeceğiz !

İşte o kadar !

Gereği için saygılarımızla,






{ಠ,ಠ}

|)__) 

-”-”-


30 Kasım 2010 Salı

Mim - pan(t)o/mim :)




(Luis Bacalov - The Grand Duel(Parte Prima))

*************************


Sene 1962. İlkbaharın ortaları... annemin karnının görüntüsünden kuvvetle muhtemel erkek olduğum izlenimine kapılmış nice aile, ebe, eş ve dostu kandırmak suretiyle, alnımda parıl parıl parlayan mavi bir damarla dünyaya gelmişim.

Ablamdan sonra ikinci bir kız, ilk torunlar olduğumuzdan belki biraz hayal kırıklığına uğratmış olabilir rahmetli dedemi ama yine de "ilk" duygusunu bizde tatmış olmanın rehaveti yüzüne yansımış (görenler anlatıyor). Efenim gel zaman, git zaman yaş biraz kemale erince (yani bu 7-8 yaşlarına tekabül ediyor) dedemle aramızdaki iletişimle birlikte, sevgi bağı bir hayli gelişti.

Dedem, karısı ve sekiz çocuğuyla beraber yaşadığı memleketi Üsküp' ten ünlü lokantasını, evini, bahçesini, yetiştirdiği hayvanlarını, komşularını, tüm hayatını orda bırakarak İstanbul' a göç etmiş biriydi. "Muhacir" kelimesinin sırtında yaptığı ağırlığı, aileyi birarada tutma, dağılmama telaşını ve korkusunu yaşamış bir aile reisi olarak sertliğini tüm aile üzerinde hakimiyet sağlamak üzere kullanmıştı. Onun sertliğinden bahsederken hala titrerdi aile fertleri. Oysa biz torunlara karşı oldukça yumuşak, sevecendi. Yatağının başucunda bir dolabı vardı ve her daim kilitliydi. Anahtar, cepkeninin cebinde dururdu. O dolap bana uçsuz bucaksız bir hangar gibi gelirdi. Bizler dedemleri ziyarete gittiğimizde öpüp koklama faslından sonra, yanımızda dolabı açar ve ordan çıkarttığı çukulata, bazen lokum, bazen akide şekeri, bazen de pişmaniye gibi benzeri sürpriz tatlarla sevindirirdi. O uyurken cebinden anahtarı araklamayı ve dolapla başbaşa saatler geçirmeyi düşlerdim hep. Bu sadece beni heyecanlandıran bir hayal olarak kaldı elbette.

Üsküp' teki lokantasına ve eve alışverişleri daima o yaptığından, İstanbul' da da bu görevi üstlenmişti. Etin, yağın, sütün velhasıl tüm malzemenin iyisini bilir, anlar ve gerekirse pazarlığını da yapardı. Dedem dağ gibiydi bana göre. Onu sokağın başında elinde filelerle gördüğümde hemen koşardım, elinden alıp yardım etmeye çalışırdım. O ise asla izin vermez, "tamam hayde geldik" der ve sokakta ciddiliğini korur, asla gülümsemezdi. Hey gidi günler... Bir eşya dendiğinde ilk aklıma gelen dedem ve dolabı oldu ama beni asıl etkileyen ve hayatıma da damga vuran şey pantolondu.

Dedem; belki beni erkek beklediğinden olsa gerek (kuvvetle muhtemel öyle), biraz da hayatın zorluklarına  mızmızlanmadan hazırlanmam için, benim hep pantolon giymem yönünde teşvik ederdi. Ve evin küçük alışverişlerinde hep beni bakkala gönderirdi. Elime tutuşturduğu parayla birlikte, "aldığını kontrol et, yoğurdun kapağını aç, kokla, tazeyse al, ekmek pişkin olsun, yumurta beyaz olsun, sütün tarihine bak, ne kadar tutuyor sor, paranı ver, geri verdiği parayı da iyice say. Tamam mı?" derdi her seferinde. Ben minik pantolonlu çocuk, çekine çekine girdiğim bakkala istediklerimi söyler ve dedemin benden beklediklerini yapmak için bakkalın müşterilerle dolmasını dilerdim. Kalabalıksa eğer yoğurdun kapağını açıp kontrolümü yapabilirdim ama değilse ve bakkalın gözü üstümdeyse eyvah ki eyvah... ve her seferinde de o bakkalla ev arasında mutlaka 3-4 sefer yapardım. Her seferinde bir eksik olurdu, ya da bir yanlış. Bakkal beni görmekten bıkmış vaziyette, en sonunda pes ederek sinirle elimdekileri alır değiştirirdi. O zamanlar "Allahım, dayı ve teyzelerden birileri evlense de onların çocukları alsa benden bu görevi" derdim sıksık. :))

Çok oyun seven bir çocuktum. Özellikle ebecilik, koşma, lastik atlama, seksek, ahhh ille de yakan top ! Kimse tutamazdı beni bu oyunda. Tüm takımlar beni transfer etmek için ölürlerdi. Beni vurmak için atılan topları tutar ve bir sürü can kazanırdım. İşte sokakta oynadığım oyunlarda da mutlaka pantolon giyerdim. Bir keresinde annemin diktiği elbiselerden biriyle oyuna başlamışım sanırım, hemen pencereden evdekiler seslenip çağırmışlardı ve dedemin "pantolon giysin oynarken" uyarısı iletilmişti. İlk başta kızmıştım bu uyarılara, sonra dedemin bana önem verdiğini, beni sevdiğini düşünerek mutlu olmuş ve ben de onu mutlu etmeye gayret etmiştim. Çünkü benden başka kimseye böyle bir uyarısı yoktu. 

Sevgili Müge (http://mugesandik.blogspot.com) blogunda "mim" diye bir şeyden bahsedip beni de sobelenenler arasında sıralayınca aklıma ilk gelen "eşya-anı" ilişkisi bu oldu. Sanırım dedemi anlatmak istedim.

Dağ gibi dedemi ve ona olan sevgimi, hasretimi...








{ಠ,ಠ}

|)__) 
-”-”-