Sene
1962. İlkbaharın ortaları... annemin karnının görüntüsünden kuvvetle
muhtemel erkek olduğum izlenimine kapılmış nice aile, ebe, eş ve dostu
kandırmak suretiyle, alnımda parıl parıl parlayan mavi bir damarla
dünyaya gelmişim.
Ablamdan
sonra ikinci bir kız, ilk torunlar olduğumuzdan belki biraz hayal
kırıklığına uğratmış olabilir rahmetli dedemi ama yine de "ilk"
duygusunu bizde tatmış olmanın rehaveti yüzüne yansımış (görenler
anlatıyor). Efenim gel zaman, git zaman yaş biraz kemale erince (yani bu
7-8 yaşlarına tekabül ediyor) dedemle aramızdaki iletişimle birlikte,
sevgi bağı bir hayli gelişti.
Dedem,
karısı ve sekiz çocuğuyla beraber yaşadığı memleketi Üsküp' ten ünlü
lokantasını, evini, bahçesini, yetiştirdiği hayvanlarını, komşularını,
tüm hayatını orda bırakarak İstanbul' a göç etmiş biriydi. "Muhacir"
kelimesinin sırtında yaptığı ağırlığı, aileyi birarada tutma, dağılmama
telaşını ve korkusunu yaşamış bir aile reisi olarak sertliğini tüm aile
üzerinde hakimiyet sağlamak üzere kullanmıştı. Onun sertliğinden
bahsederken hala titrerdi aile fertleri. Oysa biz torunlara karşı
oldukça yumuşak, sevecendi. Yatağının başucunda bir dolabı vardı ve her
daim kilitliydi. Anahtar, cepkeninin cebinde dururdu. O dolap bana uçsuz
bucaksız bir hangar gibi gelirdi. Bizler dedemleri ziyarete
gittiğimizde öpüp koklama faslından sonra, yanımızda dolabı açar ve
ordan çıkarttığı çukulata, bazen lokum, bazen akide şekeri, bazen de
pişmaniye gibi benzeri sürpriz tatlarla sevindirirdi. O uyurken cebinden
anahtarı araklamayı ve dolapla başbaşa saatler geçirmeyi düşlerdim hep.
Bu sadece beni heyecanlandıran bir hayal olarak kaldı elbette.
Üsküp'
teki lokantasına ve eve alışverişleri daima o yaptığından, İstanbul' da
da bu görevi üstlenmişti. Etin, yağın, sütün velhasıl tüm malzemenin
iyisini bilir, anlar ve gerekirse pazarlığını da yapardı. Dedem dağ
gibiydi bana göre. Onu sokağın başında elinde filelerle gördüğümde hemen
koşardım, elinden alıp yardım etmeye çalışırdım. O ise asla izin
vermez, "Tamam hayde geldik" der ve sokakta ciddiliğini korur, asla
gülümsemezdi. Hey gidi günler... Bir eşya dendiğinde ilk aklıma gelen
dedem ve dolabı oldu ama beni asıl etkileyen ve hayatıma da damga vuran
şey pantolondu.
Dedem;
belki beni erkek beklediğinden olsa gerek (büyük ihtimal öyle),
biraz da hayatın zorluklarına mızmızlanmadan hazırlanmam ve pratik olmam için, beni
hep pantolon giymem yönünde teşvik ederdi. Ve evin küçük
alışverişlerinde bakkala, hep beni gönderirdi.
Elime tutuşturduğu parayla
birlikte, "Aldığını kontrol et, yoğurdun kapağını aç, kokla, tazeyse
al, ekmek pişkin olsun, yumurta beyaz olsun, sütün tarihine bak, ne
kadar tutuyor sor, paranı ver, geri verdiği parayı da iyice say. Tamam
mı?" derdi her seferinde.
Ben minik pantolonlu çocuk, çekine çekine
girdiğim bakkala istediklerimi söyler ve dedemin benden beklediklerini
yapmak için bakkalın müşterilerle dolmasını dilerdim. Kalabalıksa eğer
yoğurdun kapağını açıp kontrolümü yapabilirdim ama değilse ve bakkalın
gözü üstümdeyse eyvah ki eyvah... ve her seferinde de o bakkalla ev
arasında mutlaka 3-4 sefer yapardım.
Her defasında bir eksik olurdu, ya
da bir yanlış. Bakkal beni görmekten bıkmış vaziyette, en sonunda pes
ederek sinirle elimdekileri alır değiştirirdi. O zamanlar "Allahım, dayı
ve teyzelerden birileri evlense de onların çocukları alsa benden bu
görevi" derdim sık sık. :))
Çok
oyun seven bir çocuktum. Özellikle ebecilik, koşma, lastik atlama,
seksek, ahhh ille de yakan top ! Kimse tutamazdı beni bu oyunda. Tüm
takımlar beni transfer etmek için ölürlerdi.(!) Beni vurmak için atılan
topları tutar ve bir sürü can kazanırdım. İşte sokakta oynadığım
oyunlarda da mutlaka pantolon giyerdim. Bir keresinde annemin diktiği
elbiselerden biriyle oyuna başlamışım sanırım, hemen pencereden
evdekiler seslenip çağırmışlardı ve dedemin "Pantolon giysin oynarken"
uyarısı iletilmişti. İlk başta kızmıştım bu uyarılara, sonra dedemin
bana önem verdiğini, beni sevdiğini düşünerek mutlu olmuş ve ben de onu
mutlu etmeye gayret etmiştim. Çünkü benden başka kimseye böyle bir
uyarısı yoktu.
Sanırım dedem rahmet istedi. Belki de dağ gibi dedemi ve ona olan sevgimi, hasretimi anlatmak istedim.
Ressam: Jean Leon Gerome Kuyudan Çıkan Gerçek 1896
19. yüzyıl efsanesine göre gerçek ve yalan bir gün buluşurlar. Yalan, doğru söyler ve "Bugün hava çok güzel" der. Gerçek onun etrafına bakar ve gözlerini gökyüzüne kaldırır. Gün gerçekten çok güzeldir. Bir kuyunun önüne gelene kadar birlikte çok zaman geçirirler.
Yalan, doğru söyler, "Su çok güzel, birlikte banyo yapalım!"
Gerçek, bir kez daha şüpheci bir şekilde suya dokunur, su gerçekten çok güzeldir. Soyunur ve yüzmeye başlarlar.
Yalan bir anda sudan çıkar, gerçeğin kıyafetlerini giyerek kaçar, kayıplara karışır. Kızgın gerçek kuyudan çıkar, yalanı bulmak ve kıyafetlerini geri almak için her yere gider.
Dünyada çıplak gerçeği görenler onu hor görmekte ve öfkeyle bakmaktadırlar. Zavallı gerçek kuyuya geri döner ve sonsuza dek ortadan kaybolur.
O zamandan beri yalan, dünyanın her yerinde gerçek gibi giyinmiş ve içimizde yaşamaktadır. Dünya ise hiçbir şekilde çıplak gerçeği görmek istememektedir.
Herkesin vicdanı rahatsa, bu kadar kalbi kim kırdı?
Konusu: Filmde, New York’tan İspanya’ya kadar insanların yaşamları, farklı
nesiller boyunca kesişiyor. Çift, New York’un sokaklarından, İspanyol
kırsalına kadar hem yıllarda hem de kıtalarca süren çok nesilli bir aşk
hikayesine öncülük ederken, tek bir olay ile hikayenin bütün
karakterlerini de birbirine bağlıyor.