30 Nisan 2010 Cuma

can suyu


Kaç gündür uykusuzdu. Kalbinin içinde bir tavşan hiç durmaksızın koşuyordu sanki... Doktor, yaptığı tetkiklerde herhangi bir bulguya rastlamadı, sadece bir sakinleştirici verildi kendisine ve düzenli ilaçlarını alması istendi.

Sanki ilaç da ağzına yuvarladığı andan itibaren bütün tedavi yeteneğini kaybediyordu. Herhangi bir değişiklik hissetmiyordu çünkü. Doktora telefon edip bu durumu ilettiğinde; bir kaç gün sabretmesini, ilacın etkisini mutlaka göstereceğini, bu süre içinde de onun kısa bir tatile çıkmasını veya toprakla, bitkilerle ilgilenmesini salık verdi.

Uzun yola çıkamayacak denli yorgun hissediyordu. Arabasına atladı, en yakın büyük marketlerden birine gitti. Balkonu için 3 adet büyük boy uzun saksılık, toprak, rengarenk çiçekleri olan bir kaç bitki ve besleyici ilaç aldı. Balkona kocaman bir gazete yaydı ve toprakları döküp karıştırdı. Toprağa daldırdı ellerini ve biraz gezindi parmakları içinde. İyice karıştırdı ve iki eliyle avuçlayarak saksının içini yarıya kadar doldurdu. Ne zamandan beri iyi bir bahçıvandı? Nerden biliyordu böyle yapması gerektiğini...kendine şaşırdı. Bu eller benim mi diye bir ara baktı ellerine işi bitirdiğinde; saksıların içine muntazaman yerleştirilmiş çiçekler sanki çok rahat olduklarını ifade eder gibi başları dik ve daha parlak duruyorlardı. Ninesinin deyimiyle can suyunu da verdikten sonra balkon demirlerine astı saksıları. Ortalığı toparladı, kendine bir çay koydu ve eserini seyre daldı.


Olmuştu... bu ona iyi gelmişti sanki. Gözlüğünü taktı ve çiçeklerin renklerini seyretti. Her bir rengin birbiri içine geçişi o kadar yumuşaktı ki, başlangıçta renk sarıdan başlıyorken nasıl mora geldiğini fark edemiyordu insan. Bunları düşünürken yüzüne gelip konan tebessümü fark etti hayretle. Galiba doktor haklı diye düşündü, insanın bir şeylerle uğraşması gerek. Ne zaman bıraktım ben hayata asılmayı diye kendine sorduğunda beş sene öncesine zaman yolculuğu başladı.

devamı var...



{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-






not: görsel Google' dan alıntıdır.

27 Nisan 2010 Salı

karabasan








Gözlerini açtı
Kapadı.
Hiçbirşey göremedi.
(koskoca bir karanlıktaydı)
Bir salıncakta
sallanıp duruyordu.
Üzerinde bir tır yükü ağırlık,
Soluksuz ve şaşkın
iniltelere eşlik etti.
Gerildi ama korkmadı.
Biliyordu,
az sonra uyanacak
çayı demleyecek
ve çiçeklere su verecekti.
Bir karabasan
Ne kadar sürerdi ki?


 
S.Ö.
01/06/2003





{ಠ,ಠ}

|)__) 
-”-”-




19 Nisan 2010 Pazartesi

ruh izi


Salınıp yürüyen
ruhumun izleriydi bunlar,
tanıdım.

Dinle/ndiğim bu oda;
tanığıydı o günlerin,
ki ak saçlı kadın
tutup elinden benliğimi
konduruverdi yanına,
rengarenk uçurtmanın.

Şimdi gezinir hala,
yüzümde tebessüm,
içimde ak saçlı kadınla
                     bedenim.





S.Ö.
02/eylül/2009






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-





not: kullanılan fotoğraf M©MENT©S arşivinden.

15 Nisan 2010 Perşembe

bugün 1. gün



 *****************

Hayatımın birinci günü... dün saat 11.00 sularında annemle bir bütün olduğum bedenden dışarı çıkmışım, yıllar geçti...uzun, heyecanlı, korkulu, sevinçli, mutsuz, mutlu, başarılı, başarısız, neşeli, tutkulu, herşeye aşk dolu...

Şikayetim yok... keşkelerim yok... kendimi artık sakin, huzurlu bir göl kenarında gibi hissediyorum. Büyük kavgalardan uzak (anlık minik kızgınlıklar sanırım hayatın gidişatıyla ilgili bir de burcumla :) ).

Tek bir dileğim var, o da ben de saklı..

Pastayı üfledim, şimdi ağzımda hayatım boyu çok sevdiğim çukulata tadı ve yüzüme yayılan gülümseme ile başbaşayım.




ANNE !... BABA !... BENİ DUYUYOR MUSUNUZ? TEŞEKKÜR EDERİM SİZLERE...






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-






not: görsel Google' dan alıntıdır.



3 Nisan 2010 Cumartesi

ver bi yanak


Uzun zaman önce, çocukluğunda babasıyla birlikte başlattığı bir oyundu bu. Hafif üzüntülü, sıkılmış, gerilmiş olduğu zamanlarda babası ona "ver bi yanak bakalım" derdi, o da yanağını uzatır, babası iki parmağının arasına pembe gergin yanağını yerleştirip sanki ordan bir parça koparmış gibi yaparak, "tamam aldım içindeki sıkıcıyı" der ve ikisi birden gülerlerdi. 

Bu hareketi babasından başkasına yaptırmak istemezdi. Çünkü hiç kimsenin parmakları babasınınki kadar tüy hafifliğinde değildi. Hele aileden birileri vardı ki, onlarla her karşılaştığında mutlaka elleriyle yanaklarını kapatırdı. Bazen boş bulunduğunda bir el yanağına hızla yaklaşıp uzaklaşırken, önce gözlerinden ateş çıkartan bir acı hissini ardından bu hissi müthiş bir öfkeye dönüşürken ve içinde, bunu yapan insanların etlerini lime lime etmek için dayanılmaz bir isteğin pompalandığını hayretle farkederdi. Kızgınlıkla haykırır ve ardından benim yanağımı sıkmayınnn !!! diye bağırırdı. Annesi bir iki kez kaş göz işaretiyle onu ikaz edecek olsa da, canının acısıyla gözlerini devirerek bakar ve bu mücadele sona ererdi.


Sahi insanlar neden bir başkasının yanağını et koparır gibi acıtırlardı?!.. "Ah bak bunun yanağı tam benim şu iki parmağımın arası için yaratılmış", "ay ay ne iştah açıcı elma gibi yanaklar bunlar, kopartayım biraz.." türünde mi düşünüyorlar acaba... biri onlara o başkalarının yanaklarından makas alacaklarına, kendi yanaklarına sıkı bir tokat attırmaları gerektiğini mutlak surette söylemeli.... ahanda ben burada söylüyorum işte ey makas sevdalıları (!) hadi biz büyükler neyse derdimizi anlatabiliyoruz, en azından yumruk atıp küfredebiliyoruz ama ya şu bebekler, minik çocuklar... bir kadın toplantısında ille de birinin bebeği, küçük çocuğu geldiğinde, orda mutlaka bir ya da iki kadın makas için parmaklarına antreman yapmaya başlarlar. O parmaklar çalışmaktan öyle bir sıkı hale gelir ki, sanırsın mengene !.. Bir kavga olsa bu tipler saç başla uğraşmayıp bir makas alsalar yanaktan karşı taraf anında mort olur zaten.  

Baba beni duyuyor musun ordan?! hadi ver bi yanak...

.




{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: görsel Google' dan alıntıdır.