Derste öğretmen bütün sınıfa, büyüyünce ne olmak istediğinizi bir kağıda çizin deyince, küçük kız da okulda (aşağıdaki) resim ödevini hazırlar, ‘büyüdüğümde annem gibi olmak istiyorum’ yazar.
Ancak ertesi gün elinde şu notla okula döner:
Sevgili Öğretmen Bn. Davis, Küçük kızımın çizdiği resmin konusunu netleştirmek istiyorum. Ben bir striptiz klubünde sahneye çıkmıyorum, bir nalburiye marketinde çalışıyorum. Kızıma; son kar fırtınasından sonraki satışlardan ne kadar çok para kazandığımızı anlatmıştım. Bu resim beni kürek satarken gosteriyor.
Telefonu çaldığında uyuyordu...derin bir uykuyu, üstündeki tozu silkeler gibi silkeledi ve buruşturduğu yüzünde ışığa hassaslaşan gözlerini açmaya çalıştı. Şu deliler gibi çalan aygıtı neden salonda bıraktığını hatırlaması için bir iki saniye geçmesi gerekti. Geceyi hatırladı birden ve telefona doğru koşarken yorgan ayağına takıldı, yataktan kalkarken hızlıca yaptığı hamle onu doğruca yere serdi. Dişlerinin arasında gevelediği küfürleri savururken, ağzından minik damlalar da yere saçıldı. Bu kadar sevimsiz bir sabah beklemiyordu doğrusu. Yorgandan ayağını kurtarmaya çalışırken telefon büyük bir sessizlik çukuruna gömülmüş gibi aniden sustu. "pof" ladı ve artık hızlı hareket etmesinin bir anlamı kalmadığından yavaş hareketlerle kalktı.
Cevapsız aramada gördüğü ismi hemen çevirdi ve telefon uzun uzun çaldıktan sonra, karşıdan oldukça uykulu bir "alo" sesi geldi. Hayret etti, oysa biraz önce o aramamış mıydı?!.. bir anda bu kadar derin uykuya nasıl dalabilir diye düşünerek ağzından "alo" yu çıkarttı o da bu durumun verdiği şaşkınlıkla.
"Evet?!" diye sordu karşı taraf sabırsızlık ve huysuzlukla... "ehhmm şey uyandırdım mı? affedersin.. ama biraz önce... ", "sen miydin?" diye şaşıran bu sefer karşı taraftı.. neler oluyordu cidden... huzursuz ama derin uykusundan telefonu çalarak uyanmıştı, şimdi onu geri arıyordu ama rahatsız ettiğini ima eden bir ses tonuyla konuşuyordu o. Artık sinirlenmeye başlamıştı ve ağzından ilk çıkan "beni aradın!" oldu.. bu sefer karşı taraftaki ses ayılmaya çalışan bir tonla, şaşkınlığı da yüklenerek "ben mi?" diye sordu. "Evet sen". "İyi de ben senin telefonunla uyandım ve neler olduğunu anlamaya çalışıyorum." "Ben de öyle !! Bak; biliyorum akşam çok sinirliydim, üzgündüm.. ama sabah beni sen aramışsın gibi yapıp geri arayarak sana rol vermeye çalışmıyorum ! beni tanıyorsun.. herşeyi olduğu gibi söyleyen biriyim işte ben.. ama bu arada hazır aramışken seni kırdıysam gerçekten özür diliyorum. Böyle bir şeyi planlamamıştım.." ağlamaya başladı kendini tutamayarak ve devam etti.. "sana söylemek istediklerim o kadar farklıyken ve seni ne kadar sevdiğimi söyleyecekken bazen seni ve kendimi anlayamıyorum.. hatta tanıyamıyorum. seni o kadar çok seviyorum ki; onca zaman sana kırılacak biblo gibi davranmışken senin birden başka insanların hayatlarından ve onların senden neler istediğinden bahsetmen beni çileden çıkardı". "Tamam anlıyorum canım..ben de özür dilerim senden.. belki de hayatımda şimdiye kadar verici davranmadığım ve bunu hiç de hak etmeyen tek insansın !.. saçmalıyorum bazen haklısın.. sadece biraz zamana ihtiyacım var.. biliyorsun zor anlar geçirdim, geçiriyorum.. bunlar bitecek ve sen nasıl bir aşık olabileceğimi ancak o zaman göreceksin ! şimdiki ben; aslında bir siluetim..." Duyduğu sözler, toprağına su değmiş çiçekler kadar iyi geldi yüreğine..gözlerini silerken "Peki, bunları artık telefonda konuşamayacak kadar yoruldum.. bana kahvaltıya gelebilir misin?". "Elbette, ancak bu telefon olayı nedir? ben aramadım, sen de.. e o zaman?!". "Belki hayattır.. bizi doğaüstü güçleriyle sarıp sarmalamak istemiştir". Gülümsediği anlaşılan bir sesle "Yarım saat sonra ordayım" dedi.
Kimse yaramaz bir kediye yüklemedi bu telefon hadisesini. Evin kedileri hassastır, sevdiği sahiplerini birbirine yaklaştırmanın yolunu, her ne kadar kabul edilemez gibi gelse de bazen teknolojiyi kullanarak da hallediverir işte. Siz yine de bilmiyormuş gibi yapın ama bir gün beklenmedik bir telefon gelirse de....
(bir şeyleri okurken fonda hafif bir müziğin iyi gideceğini düşünüyorum, isterseniz "play" e tıklamak elinizde)
*************
Erken kalktım bugün, zira Avrupa yakasında buluşmam vardı. Karşı yakaya hatırı sayılır bir uzaklıkta oturduğumdan, randevularıma zamanında gidebilmem için mutlaka 2 (bazen yola çıkılan saate göre 2.5) saat önce yola çıkmam gerekiyor. Her sabah almam gereken hapı yutup önce giyindim ki, o arada biraz zaman geçsin hapın üstüne kahvaltı edebileyim diye. Bu hap mevzusu da ayrı bir hikaye unsuru aslında. (buraya bir nokta koyayım da daha sonra anlatmayı unutmayayım)
Kahvaltı ederken, pencereden genel hava durumuna baktım ve yüzüm aydınlandı. Evet ağaçların dalları rüzgar olduğunu belirten bir salınım içindeydiler ama öte yandan pırıl pırıl bir güneş vardı. Fakat hava, neredeyse ayrı bir ülkeye gitmiş gibi İstanbul' un iki ayrı noktası için farklılıklar sergilediğinden yanıma beremi ve atkımı da almayı ihmal etmedim. Yola çıkmak bana hep bir heyecan vermiştir. İçimde bir sürü soru ebecilik oynar durur.."bakalım bugün neler olacak?","hangi sokağın köşesinden karşımıza ne çıkacak?", "içime yapacağım yolculuklarda durak adları neler olacak?" vs vs.
Sonunda buluşma noktası tramvay durağına geldim. Tramvay yolcularını bekliyordu ve bir Japon turist grup dışından ve içinden olmak üzere bir sürü fotoğraflarını çektiler. Onları izlerken güneşin yanı sıra yüzümü, esintisiyle ısıran rüzgar nedeniyle beremi ve atkımı donandım. O sırada tramvay zilini çaldı ve gitti. Arkadaşım nihayet geldiğinde ikinci tramvay da kalkmak üzereydi. Biz de upuzuuuun caddeye doğru ilerledik. Konuşmalarımız arasında dükkan ve insan ayrıntıları gözümden kaçmıyordu ki tam o esnada Alkazar' ın önüne geldik ve kapalıydı. Kalbimin içinden bir tüy kopardılar sanki.. acıdı. "..uzun süredir yaşadığı zorluklar nedeniyle 1 mart tarihinde kapılarını kapatacak..." diyordu ilgili haberde ve son bir film seyredememiştim. İşte ilk duygu geldi !.. tüy koparılması ve acıma hissi...
Bir sonraki adımda ise birden sokakta yılbaşı ışıklarının asılı olduğunu farketmemizdi. Işıltılı bir avizeyi andıran süslerden sokağın karşılıklı iki tarafında da asmışlardı, görüntüleri öyle cezbediciydi ki arkadaşım dayanamadı ve makinesini çıkartıp onları kareye hapsetmek istedi. Görüntü, binalarla içiçe girdiğinden güzel bir kare elde edemedik ama bu sırada biz bununla uğraşırken ellerinde birinin kamera, diğerinin mikrofon olan iki genç bize doğru yaklaştılar ve röportaj yapmak istediklerini söylediler. Buyursunlar, dedik ve soru geldi. "efendim bazı şahıslar, firmalar vatandaşların kimlik bilgilerine ulaşmışlar, konu şimdi inceleniyor ve dava açılacakmış, bu konudaki düşüncelerinizi ve hislerinizi öğrenebilir miyiz?" "Amanın, böyle bir durum mu var... tabii ki kendimi güvende hissetmem, ne fena bir şey bu.. kim vermiş bu bilgileri, nerden nasıl?!" diye biz çocuğu daha beter soru yağmuruna tutmuşken ve röportajda tam bitmek üzereyken hemen arkamızda bulunan mağaza güvenlik görevlisi el kol işaretleriyle araya girip "burda çekim yapmayın kardeşim" dedi.. bizim sokağın ortasında olduğumuzu algılamayan bu şahısla kameraman ve diğer çocuk ilgilenirlerken, biz "kolaylıklar" dileyip, bizi daha hangi sürprizlerin beklediğini bilmeden gülümseyerek adımlarımızı aheste atmaya başladık.
Galatasaray Lisesinin yanındaki (fransız sokağında giden sokaktır) sapaktan girip ilginç hediyelik eşyaları olan bir dükkana girdik. 3 katlı mağazada bir seramik ustasının sergisi de varmış şansımıza, onu da gezdik. İlk çağdan ve bazı kazılardan çıkan parçalardan esinlenerek yaptığı seramikler takdire şayandı. Tamamen ilkel metod kullanarak hazırlanmış eserlerdi. Ordan çıktığımızda bizi bir başka hazine bekliyordu köşe başında. YKY Kazım Taşkent Sergi Salonunda "Semiha Berksoy Sergisi - Ben Yaşardım Aşk ve Sanatla". Cumhuriyet dönemi sanatının sembolü olan Berksoy’un 100. doğum yılı nedeniyle iki salonda adına sergi açılmıştı. Bir solukta onu da gezdik. video kayıtlarını, söylediği arya ve şiirleri izledik. Geniş bir zaman yelpazesinden geçiverdim. Nazım Hikmet' i, Fikret Mualla' yı, hayatında yer etmiş insanların objelerini, mektuplarını, tuvale, kağıda, beze, perdeye yaptığı resimleri hayranlıkla izledik uzaktan hayatını izleyen gizli seyirciler gibi.
Ordan çıktığımızda üzerimizde yaşanmış kocaman bir hayatın ağırlığı, gözlerimizde yorgunluğu vardı. Sergi çıkışlarında etkileyici bir filmden çıkmış gibi olurum genellikle. Bir hayat başlar, gelişir ve sonuçlanır ve ama içindeki minik minik ayrıntılar, çok objektifli gözler tarafından algılanıyormuşcasına odaklandığı yerlerde gezinir, dans eder ve renklerini bırakıp öylece gider. Sonrasında o tortulardan, sanki şarapta dinlendirilmiş gibi gezinen bedenimi alır, hayatın içine sokmaya çalışırım. Bu sefer tavanları geniş ve renkleri gözü yormayan bir kafeye kendimizi buyur ettik, zeytinyağı eşliğiyle servis edilen özel ekmekleri tabağa banarken artık kendi hayatlarımızdan pasajlara geçmiştik bile.
Midemizle senkronize olan beynimiz artık yeni görüş sahalarına çıkmaya hazırdı. Doymuş bir mide gibisi yoktu bana göre ! Başka objelere kanalize olmanın en iyi yoludur bu. Hem eskilerin güzel bir lafı da cabası; "aç ayı oynamaz"
Sonraki durak Odakule' nin içinden geçerek çok farklı bir başka mekana ilerlemek. Hava hala güzelliğini koruyor, her ne kadar güneş; kendini yeni gelin gibi nazlasa da aydınlığı bile yetiyor bu güne. Rehavetli adımlarımız, tamiratta olan Pera Palas' ın önüne geliyor. Açık olsaydı orda da nostaljik bir gezinti hiç fena olmazdı diye düşünürken; arkadaşım beni, onun biraz ilerisindeki bir dükkana doğru çekiştirdiğinde anlıyorum yeni bir mekanla tanışacağımı. Minicik bir dükkan, bir masal paragrafında durmaktan canı sıkılmış ve gelip burda kendi atmosferini yaratmış bir yer görünümünde.
Adı da sevginin kaynağından..." Herşey aşk' tan" ne hoş değil mi? Amblemi de çok ilginç. Üstelik kendi özel yapımları şekerleme, badem-fıstık ezmeleri ve çukulata satıyor. Özellikle badem ve fıstık ezmesinin ağıza atıldığında damağa yaydığı lezzetle, bir anda kendimi çukalatadan şekerden pastadan yapılmış ev ve bahçenin içinde Hansel ve Gretel ile mutluluktan kendimi kaybetmiş vaziyette yerken buldum.
Böyle hissetmemin sebebi ise sadece şekerlemeler değildi tabii ki.. dükkan sahibi de masallardan, küçük mutluluk objelerinden ve şekerli tatlardan keyif alan biri ki; bu tatları kuru kuru bir poşete, ya da jelatine koyarak satmak yerine her boyda (inanamazsınız miniminicik kutu bile var) ve kapağında mutlaka melekli, kalpli, sincaplı, köpekli, gemili, aklınıza ne kadar şey gelirse sevimli-büyüleyici minik objeler bulunan kutularda servis ediyor. Yani tadımlık ve aşk' la sunulan bir şey hem damağımızda hem de görselimizde kalıyor. Minicik bir kutu eşliğinde ordan aşk' la ayrılıyoruz.
♥
Farkında olmadan yüzümüze gelip yerleşen tebessümle birlikte Pera Müzesi' ne giriş yapıyoruz. Bir dehanın sergisini ziyarete geldik. En üst kattan başlayan, Picasso' nun oyma baskılarla hazırladığı sergide aşk, çıplaklık, tutku, kaos, portre, mitolojik temalar ve yaşam öyküsel göndermeleri bulunuyor. Bazı gravürlerin sadeliği beni daha fazla çekiyor. Belki kocaman bir yumağa dönüşen günün sonuna geldiğimde, kaotik duruşların yüreğimi yorduğundan olsa gerek.
Gün bitti. Gözümün gördüğü tüm ayrıntıları nakış gibi işleyerek aktarmak istedim bu sayfaya.. eminim eksik kalanlar olacak, "beni anlatmadın !" diye hayıflanan anlar... Onlar da bir başka cümlenin giriş kelimesi ve sandık açıldığında ilk dışarı atlayacak olanlar olacaktır.