Balkona geçtiğinde, yaşlı adamı tekerleklendirilmiş sandalyede dizlerine battaniye örtülmüş, kafası sol tarafa hafif eğik, etrafa mı yoksa yaşamının özetine mi baktığı meçhul bir şekilde buldu.
"Mahir amca nasılsınız?" diye seslendi.
Yaşlı adam oldukça tane tane ve üstüne basa basa "Çok iyiyim, teşekkürler" dedi.
Son zamanlarda iyice sessizleştiğini söylüyordu kızları. İçine çekilme hali bu tür hastalarda sık görülürdü. Buna izin vermemek konusunda kararlıydılar. Eski dostlarının yanı sıra, eve gelip giden genç arkadaşlar da ortama girmesi için yardımcı rol oynamaktaydılar.
Geçmişinde bulunan bolca hasta nedeniyle bu tür durumlarda hemen devreye girmek adetiydi. Kendini acemi, bilgisiz, çok soru soran biri konumuna sokarak; onu, sözcükleri cümleler haline getirmeye zorluyordu.
"..demek gençken atletizm yaptınız Mahir amca? Ne kadar güzel.. peki hangi dalı? maraton, koşu, yüksek atlama...?!"
"Koşu" dedi yaşlı adam ve sustu.
Yılmadı devam etti sesinin içinde meraklı tonları barındırarak. "Peki ama nasıl koşu? Maraton mu, 100 metre mi, 300 mü?"
Yorulmuş bir edayla bir şey söyledi "...yüz"
Gerçekten anlamamıştı ve "Üçyüz mü?" diye sordu.
Biraz güçlendirdiği sesiyle "Sekizyüz" dedi yaşlı amca.
Bundan sonrasını abartarak hayranlığını ifade etme cümleleriyle doldurdu. İçinde yine bir kaç soru barındıran cümleler kurdu. Arada onun dinlenmesi için boşluklar da bırakıyordu.
Çay faslı, kek derken doyduğunu ifade etti içinde esprili kelimenin olduğu cümle ile. "Karnım lıkır lıkır ediyo" Gülümsediler.
Sonra çocukluk, gençlik zamanlarından bahsettiler.
"Çocukluğunuz nerde geçti Mahir amca?" "Adapazarı" dedi sessiz bir tonla.
"Aaa ne güzeldir oraları bilirim. Özlüyor musunuz hiç?"
Başını salladı hayır anlamında "Hiç" dedi. "İstanbul' u da özlemiyorum" diye ekledi fazladan bilgi vererek.
Şaşırmıştı. İstanbul hep büyülü bir kelime olmuştu herkes için. Dışındayken ulaşılmaz, hayalleri süsleyen bir şehir, içindeyken hem sefası hem cefası çekilen, bir kere damarına girdi mi kurtulamadığın tatlı bela. Mahir amcanın da elbet ne günleri olmuştu. Mutlu, kederli, paralı, parasız, ümitli, ümitsiz kimbilir kaç günü geçti. Ama şimdi bu sayfiye yerinde tekerlekli sandalyede olsa bile hiç aklına getirmediği, özlemini taşımadığı, orada yaşamayı imtiyaz saymadığı bir karardaydı.
Kendisini düşününce aynı fikirde olduğunu gördü. Bir İstanbul aşığıydı, bu şehir onu besleyen, güzellikleriyle ruhunu ve gözünü okşayan, güneşin şehrin çeşitli yerlerinde başka siluetle doğup battığını defalarca izlediği, adımladığı sokaklarında bambaşka bir renk ve dokusunu gözlediği, yalnızca kendisine ait bitki örtüsüne sahip olan şehirler şehr-istanbul' du işte.
Orda yaşadığı muhteşem güzellikler yanında bir sürü kalp kırığı da vardı. Tam zamanında gitme kararı verdiğini belki Mahir amcanın söylediği cümlede daha net anlamıştı. Sürekli aynı yerde yaşayarak hayatı anlamak daha uzun sürüyorken, şimdi farklı bakıyordu hayata. Doğa; bu kadar yakınındayken bir çok şeyi kestirmeden öğretiyordu insana. Ve bu iyiydi, sakinleşiyordu insan, uyumu algılıyordu.
Şu balkonda büyük şehirden kaçmış dostlarıyla edilen sohbetin, temiz havanın, kalabalıktan uzak sakin ortamın tadına doyum yoktu.
Canı gönülden cevap verdi; "Evet Mahir amca ben de hiç özlemiyorum".
not: Yazıda kullanılan fotolar burdan alınmıştır.