Salondaki iki koltuğa ilk iki filmdeki başrol karakterler oturmuş, kitaplığın yanında da en son filmdeki karakter ayakta duruyordu. İlk filmdeki medyum "Buraya nasıl geldim?" diye sordu. Ardından son film karakteri "Bu kesinlikle FBI' ın işidir" dedi. İkinci filmdeki suikastçı hemen elini beline doğrultup silah aradı ve "Silahımı kim aldı?" diye sordu. Salondaki herkes birbirine soru dolu gözlerle bakıyordu. Ev sahibi olarak işi üstlenmesi gerektiğini hissetti. "Bakın baylar, bu nasıl oldu bilmiyorum ama eminim yorgun gözlerimin bir oyunu olsa gerek. Birazdan ya uyanacağım, ya da gözlerimi kapayıp açınca normale döneceğiz hepimiz." -daha küçük sesle ise- "hoş sizin için normal hayat olabilir mi emin değilim ya.." dedi. İkinci filmdeki ispiyoncu hemen atıldı "Hey bu da ne demek oluyor?" Suikastçi oturduğu yerden ayağa kalkarak "Bir açıklama yapmanız gerek bayan !" dedi hırsla. Medyum ise şaşkınlıkla bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. "Üç film seyrettim ve bir anda hayat değişti, ne tuhaf. Beyler, sizler birer film karakterisiniz ve bugün arka arkaya üçünüzün yer aldığı filmleri seyrettim. Biliyorum bir gün için çok fazla ama yaptım işte. Ama gerçekten bu ço.." Medyum hemen araya girip lafını kesti. "Nasıl yani, bizler bir senaryo sözleri miyiz sadece? Bir hayatımız olmadığından mı bahsediyorsunuz? Bu biraz saçma değil mi bayan?""Evet saçma, peki ama siz şu anda salonumda bulunmanızı nasıl açıklıyorsunuz?" "Bu kesinlikle FBI komplosu, bana aklımı kaçırtmak istiyorlar!" diye yanıtladı ispiyoncu. "Bu an öncesinde öteki tarafla iletişimde de bulunmamıştım oysa?!" "Yanıtlanacak sorulardan önce sizlere çay ikram etmemi ister misiniz?" diye sordu ve hepsinden olumlu cevapla hemen bir çay masası hazırladı. ...
Uzandığı yatakta doğruldu, oturdu kaldı bir süre. Sonra ayağa kalktı ve saate baktı. Zamansız uyumuştu, bir nevi uykuya kaçmıştı. Şimdi daha iyi hissediyordu. Bir bardağa soda doldurdu, bir iki dilim limon kesip attı içine ve yazı masasının başına geldi. Renk renk kalemlerine baktı, dizi dizi duran defterlere. Biraz sonra yine oturacak, bir şeyler yazacak, yazdığını tekrar okuyacak, beğenmediği yerlerin düzeltmesini yapacak, içine sinerse yayınlayacaktı.
Sonra; kocaman derinliği olan bir dünyaya "bungee jumping" atlayışı yapar gibi, yazısını sanal aleme bırakacaktı. Sonrasını bilmiyordu, kim kapıyı çalar gelirse okuyacaktı. Yanlış adrese gelmiş çoğunluk bir bakar giderdi herhalde ama birinin üstüne yapışması da muhtemeldi sözcüklerden bazılarının. Duyabiliyordu; "vay canına, iyi laf!", "uçmuş bu ya..", "nasıl yani?!", gibisinden cümleleri. Ama uzun zamandır şunu farketmişti ki; kendi içine yazıyordu o. Kendi kalbine, kendi gözlerine, kendi kulağına, midesine, ciğerine...
Her birine mesajı vardı ulaşması gereken. Canı mı sıkıldı bir olaya? Yaz, gönder ruhuna, müzikli bir pul da yapıştırmayı ihmal etme diyordu. Acıyan kalbine, yorulan ayaklarına, şişen göbeğine, kanayan dişetlerine, nasırlı ellerine, minicik kristalize bir taş barındıran böbreğine, herşeye yazarak rahatlatıyordu vücudunu. Hatırladığı en son bir sevgilisinin onu aldatmasından sonra haykırışlarını barındıran bir şeyler karalamıştı. Ama yazdıktan sonra okuduğunda birden, o olayın üstünden sanki yıllar geçmiş gibi duygusunu körelmiş hissetti. O gün bugündür sadece kendi içine yazıyordu işte bu yüzden.
Masasındaki lambayı açtı, eline mor renkli bir kalem aldı ve bir süre sayfanın üstünde başlayacağı cümleyi resmetmeye çalışır gibi havada çizgiler savurdu, sonra yazmaya başladı.
"Uzandığı yatakta doğruldu, oturdu kaldı bir süre...."