Gecenin yüzünde hep bir hüzün vardır. Herşeyin ne kadar çıplak yalnızlıkta olduğunun göstergesi gibidir. Ya uykuya dalar kişi hemen, ya da alkole sarılır. İkisi de unutmak içindir.
İçersin, önce lezzetli gelir, bir tane, bir tane daha... Arkasından ne tad kalır, ne düşünce. Dilin peltekleşir, gösteremediğin duyguların dışarı çıkıp, uç noktalarda dans etmeye başlar. Sense ne onların ritmine ayak uydurabilirsin, ne de oturduğun yerde kalabilirsin. Ölmek de değildir bu; ama hissetmek de. Çok önce sahne sırası gelip de, yaşanmadan kapanan perdeler ardındaki itiş kakışdır. Zamanı geçtikten sonra ortaya çıkınca da, küçük bir çocuğun kendine uymayan bedende giydiği elbiseler gibi, sakil durur işte.
Gece yürür, alır başını gider saatler. Herşey olduğu yerdedir oysa, düşüncen beyninde, sevgin kalbinde, dilin ağzında, söyleyemediğin sözcüklerin boğazında...
Ahh gece !....Biraz efkar dağıtmakla başlayan karanlık saatlerde, bir kadehle aydınlanmaktır umut. Ama yüzüne ilk çizgisi düştüğünde kederin, arkası gelecektir. Artık bunu kabul edip-etmemek arasında savaş verirsin hepi-topu. Ya içersin konuşursun, ya içer susarsın.
Konuşanlar, hayatın yüreklerine yüklediği, bedelleri ödenmiş ya da ödenmemiş tüm faturaları masa, çerçeve, sandalye, tabak, bardaklara ağızlarından sızdırıp rahatlarlar. Kenar köşede takılır kalır sözcükleri, bir gün bir başkası alır, kullanır onları.
Ya konuşmayanlar...bakışları kadehin içindeki sıvıya dalıp boğulmuş, ordan cesedi çıkartılıp lakerda tabağına defnedilmiş bir halde, susturulmuş bir tabanca gibi her an patlamaya hazırdırlar.