BİR KELİME

27 Şubat 2017 Pazartesi

ne güzel söylemiş








"Her yazarın, ister istemez kendini anlattığı ve kitaplarında yalnız kendisi olduğu düşüncesi bize romantizmin bıraktığı çocukça inançlardan birisidir." 


Albert Camus





Bu cümle karşıma çıktığında, tüm yazanların aynı soruyla karşılaştığı geldi aklıma. O yüzden, bu da burda kayıt altına alınsın.





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-






25 Şubat 2017 Cumartesi

yakınlık (*)











Havanın güneşli oluşunu fırsat bilip, kendini sahile attı. İyot ve yosun kokusunun yanı sıra, kesilmiş çimen kokusu da burnundan içeri girip, hücrelerini keyifle geziniyordu. Koşturmaca hiç bitmezdi hayatta ama ne olursa olsun yürüyüşlerinden asla vazgeçmiyordu. Yürürken düşünmenin faydasını, kilometre hesabı yaptığında farkediyordu. Yürüyüşün hakkını vermiş, epey terlemişti. Aklını meşgul eden bir olayı da adım attığı yola yatırmış, iyice çiğnemişti.

Üst geçidin merdivenlerini çıkmak üzereyken durakta bekleyen iki kadından birinin, diğerine sarfettiği cümle, kulağını tırmaladı birden. "Bir şeyi söylemenin de haddi hesabı var" diyordu kadın. Cümle içinde geçen kelimeler doğru ama kullanıldığı yere oturmamış gibiydiler. Gözünün önünde ışıklı bir tabelâ canlandı ve dokunduğu her harf kareciği ön tarafa dönerken doğru cümle alkışlarla belirdi. "Bir şeyi söylemenin yolu yordamı vardır."

İşte bu daha doğru bir ifade olmuştu. Kendi kendine gülümsediği anda bu cümlenin deminden beri ayaklarının altında çiğnediği ve kafasını meşgul eden konuyla ne kadar alakalı olduğunu farketti. 

Çok yakın kuzenlerinden birinin canı bir şeye sıkılmış ama bu can sıkıntısını ona direk söyleyeceği yerde bir mesajla, üstelik hakaretamiz kelimelerle ifade etmişti. Bir konudan bahsetmiş ancak bahsi geçen konunun kuzeniyle ilintisi bile yokken, hangi noktayı üstüne yorgan gibi çektiğini, olayın ne olduğunu bile anlayamadan, bir kenara beklemeye alınmıştı arkadaşlıkları, dostlukları, akrabalıkları.

(Her şeyi söylemenin bir yolu yordamı vardır. Yaşı geçkince bir kadın ayna karşısında makyaj yaparken, ona kalkıp "silahlarını bırak hanım, zaman kazandı" denirse hem ayıp, hem de densizlik edilmiş olur. Belki "Canım sen makyajsız da güzelsin, vakit harcamana gerek yok ayna karşısında" daha yumuşak ve fethedici bir cümle olabilir. Çok yakınlara (dost, eş, sevgili, arkadaş, ana-baba vs.) söylenecek cümlelerle, az yakın ve uzak tanıdıklara sarfedilecek cümleler arasında elbet mesafe vardır. Bazı yerlerde oldukça resmi ya da hukuksal terimler kullanılabileceği gibi, bazen sorunu halletmeye odaklı açık ve net cümleler sevgiyle ısıtılmış şekilde servis edilebilinir. Resmi ve hukuksal ifadeler yazıya dökülmeyi ister, ileriki adımlarda karşı taraftan gelebilecek tavrın müspet  veya menfiliği açısından kanıt gerektirebileceği için. Ancak çok yakınlara (dost, ana-baba, eş, sevgili, arkadaş vs..) sözel yakınlıkta olunması, "yakınlık" kelimesinin doğası gereğidir. Bir sorun kendini belli ediyorsa, hedefi; sorunu yarattığı düşünülen kişiye yöneltip, anlaşılır cümlelerle açıkça sorulabilir ve karşılığında alınan yanıta göre isabetli bir duruş geliştirilebilinir.)

Şaşkındı doğal olarak. Onca paylaşılan zaman, olay ve bir çok duygu sonucunda böyle bir mesajı bu "yakınlığın" hak etmediğini düşündü. Kaldı ki bundan sonra "yakınlık!" diye de bir şeyin olmadığına kanaat getirip, merdivenlerden çabucak çıktı. Derin bir nefes alıp rahatladı ve onu hem telefonundan, hem de gönlünden tamamen sildi.









{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: sunumdaki görsel fotoğraf sanatçısı Ali Sarıkaya' ya aittir.
      (*) tekrar yayın


16 Şubat 2017 Perşembe

sağlıkta - hastalıkta (*)









Onu tanıyamıyordu artık. Geçen haftadan beri çok değişmişti. Bir keder, bir bedbinlik gelmiş üstüne, gitmemişti. Sorulacak bütün soruları sormuştu. "İşyerinde mi bir sorun olmuştu, ailesiyle - akrabalarıyla mı, kardeşiyle mi, otoparkta komşulardan biriyle mi, alışveriş ederken bir dükkan sahibiyle mi, metroda inerken binerken mi, ne ne???" diye defalarca sormuştu ama bir cevap alamadığı gibi, olumsuz da yanıtlanmıştı.

Eskiden cildinden dışarı minicik nokta halinde çıkan sakallarını anında traş eden, saçlarını belli bir intizama sokan, kolonyasını süren, kıyafetlerini düzgün katlayıp yerleştiren, bir gün giydiğini anında banyoda soyup kirli sepetine koyan, mutfakta yardımcı, yaşamda yaratıcı adam gitmiş, yerine kirli sakallı, dağınık saçlı, ağzını bıçak açmayan, açsa da olumsuz cümleler söyleyen, parmağını kıpırdatmak dahi istemeyen, koltuğunda yığın halinde oturan bir adama dönüşmüştü. 


İlk zamanlar telaş içinde ne olduğunu sorularıyla anlamaya çalışan kadın, pervane oldu adamın etrafında. Önce kendisine sonra onu tanıyan herkese birşeyler sorarak ipucu bulmaya çalıştı. Görünürde hiç bir şey yoktu. Onu biraz keyiflendirip, harekete geçirecek programlar, sürprizler yaptı, en çok sevdiklerini eve çağırıp, güzel sofralar hazırladı. Yüzünde 5 dakikalık bir gülümseme için feda edebileceklerini düşündü. Olmadı.

Yorgun düştü ve onun yanında ne kadar enerjisini yüksek tutsa da, omuzlarının düşmeye başladığını farketti sokakta vitrin camlarında kendini görünce. Renkli bir hayattan, siyah beyaza geçmiş gibiydiler sanki. Yönetmen böyle istemişti ve onlarda artık rollerini böyle oynuyorlardı. "Ne zaman bitecek bu çekimler?" diye sorabileceği kimse de yoktu üstüne üstlük.


Çaresizlik böyle bir şey miydi? Hayır değildi. Burda bir bilinmezlik vardı. Burda bile bile birini bilinmezlik kuyusunun girdabına atmak vardı. İnsanın herhangi bir derdine illaki bir şekilde çözüm bulunabilirdi. Ama burda o derdin kendisine bile ulaşılamıyordu, kaldı ki çare bulunsun.

Yatağın kenarına iliştiği yatak odasında, kadının gözü aynaya takıldı, kendine baktı. Yüzündeki renklerden midesi bulandı. Bembeyaz pudra sürülmüş gibi hafif pütürlü, pullanmış bir cilt, gözaltlarında ve kapağında halkalaşmış mürdüm eriği rengi, yanaklara doğru hafif sarılaşmakta, dudakları yol yol çatlamış ve rengini yitirmiş bir haldeydi.

Aynada kendine değil de, şu son zamanlarda hayatında tanımlanamayan soruna bakıyordu. Öfkelendi. Çok öfkelendi. Hışımla ayağa kalktı ve salona yürüdü. Televizyonun karşısındaki koltuğa yığılmış halde uyuklamaktaydı adam. 

"Uyan!" diye bağırdı. Adam gözlerini açık tutmaya çalışır halde ona baktı. Tam gözlerini tekrar kapıyordu ki, kadın çığlığa benzer bir sesle bağırdı "Uyaaaan dedim sana!".

"Ne var, ne oluyor?" dedi adam. 

"Daha soruyor musun? Hala soruyor musun? Yüzüme bak! Yüzümün renklerine bak! Karşındaki kadını tanıyor musun? Ya ben? Ben seni tanıyor muyum? Kimsin sen? Nerden çıktın? Benim tanıdığım adamı bir kuytuda öldürdün mü? Sen onun hiç tanımadığım kötü ruhlu ikizi misin? Kimsin seeeennnn?" diye bağırdı kadın.


Adam içinde gezindiği uyku sersemliğinden kurtulmuş, gecenin bir vakti beklemediği bu soruların nerden çıktığını anlamaya çalışıyordu.


"Bana bu akşam bir şeyler söyleyeceksin! Kendi hayatım için karar vereceğim ama önce bir şeyler anlatacaksın!"

"Ben..." dedi adam geveleyerek, "konuşmazsam yok olur sandım"

"Neyi?"

"Ben ölüyorum..." dedi ve ikisi birden salonun ortasındaki uçuruma yuvarlandılar.

"Ne saçmalıyorsun? Ben de bu kadar zamandır gözlerinin önünde ölüyorum görmüyor musun? Doğru dürüst anlat."

"Çok özür dilerim... ama bu bir gerçek!" ses tonundan tüm yaşananların anlamsızlığına ulaşılıyordu ama kadının, öfkesinin beslediği bedeni, duyduğu şeyleri algılamasına izin vermiyordu.

"Son kez söylüyorum. Ya bu gece herşeyi anlatırsın ya da her şey biter!".

"Daha ne söylememi istiyorsun? Ben ölüyorum!" dedi ve hıçkırıklarla beraber avuçlarıyla yüzünü kapattı adam.

Son cümleyle birlikte kelimeler harf harf kulak duvarına çarptı kadının. Duyduklarını anlamlandırmaya çalıştı. Bir iki dakika geçmişti ama o an çok uzun bir sürece tekabül etti kadının belleğinde. 


"Tabii hepimiz öleceğiz... sen, ben, kardeşlerimiz, arkadaşlarımız, bak hatta köpeğimiz bile. Hem sonra öteki dünyada yine birlikte olacağız, bunu biliyor musun? Öldüğü zaman kim kiminle evliyse onunla yine birlikte olurmuş. Öyle duymuştum. Hani geçen sene bir workshop' a katılmıştım ya, orda söylemişlerdi. Ama sen bilmiyorsun tabii, gelememiştin. Neden gelememiştin bakim hatırlamaya çalışayım... hıımmm galiba bir iş toplantın vardı, hani şu Romanyalılarla yapılacak anlaşma vardı, doğru hatırlıyorum değil mi? Aman canım neyse, ne diyordum.. haa..." Adam ayağa kalktı ve kadını kollarından tutarak sarstı. "Tamam tamam..." dedi gözleri dolarak ve ardından sarıldı kadına sımsıkı. Adamın kolları arasında kendini bıraktı kadın ve sarsıla sarsıla sessizce ağlamaya başladı.





Sabaha kadar uyumadan konuştular. Adam banyo esnasında farkettiği tümseği, ardından ona belli etmeden doktora gidişini, testleri, ultrasonu, doktor bir kez daha emin olmak isteyince renkli dopler çekildiğini söyledi. Tüm bunların ardından ulaşılan sonuç aynıydı. Kadın, sonunda kötü de olsa bir sebebe ulaşmıştı ve sürekli konuşarak, kendince çözümler yaratmaya çalışıyordu.

"Oturduğumuz bu evi, yazlığı ve arabaları satarız. Doktorla detaylı bir konuşma yapar, sonra da oksijeni bol, doğal yetişmiş gıdalara ulaşacağımız bir yerde bahçeli ev tutarız. Gerekirse bazı şeyleri kendimiz yetiştiririz. Bu hastalıkta doğal beslenme ve oksijen çok önemli! Ölürsen de hayatının son günlerini büyük şehir, karbondioksit ve stresten uzak geçirmiş olursun fena mı? Derhal emlakçıyı arıyorum" deyip kalktı kadın.

Adam, kadının ardından baktı. Son cümlelerinden sonra yüzündeki soluk, ölük renkler hızla kaybolmuştu. Hemen herşeyi sahiplenmiş ve yeniden omuzları dikleşerek ayaklanmıştı işte. Ondaki bu güç, sanki adama da sirayet etmiş ve vücudunda çekip çıkarılmayı bekleyen ölü deriye ilk defa elini uzatmıştı.

Ayağa kalktı, bilgisayarın başına geçip yeni yerleşim bölgesi için araştırma yapmaya başladı. Güneş, perdelerin arasından evin içine huzurla sızıyordu.



{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




Not: Yazıda kullanılan çizim google görsellerden alıntıdır.
        (*) Tekrar yayındır.
 

14 Şubat 2017 Salı

​(ღ˘⌣˘ღ)











Sevgililer günü için en iyi şarkı bence ! 









{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-

11 Şubat 2017 Cumartesi

metroda ღ (*)








İşten çok yorgun çıkmıştı. Masasını toparlayarak, çantasına evrakları tıkıp, alışveriş poşetleriyle birlikte hemen sokağa atmıştı kendini. Oldukça yorucu bir haftaydı. Suçlularla uğraşıyordu. Hapishaneye girmiş ancak iyi halden dışarı çıkmış suçluların gözetim memuruydu. Her gün belli sürelerde ofisine uğramak, imza atmak, kendilerine verilen işe gitmek ve dürüst bir vatandaş olma yolunda olduğunu ispat etmek durumundalardı bu kişiler. Ayak bileklerindeki elektronik kelepçe de, onlara çizilmiş sınırdan dışarı çıkmamaları gerektiğini, aksi takdirde güvenlik güçlerince yakalanacaklarını ve tekrar hapishaneye döneceklerini biliyorlardı.

Zor işti bu; uyumlu, mülayim insanlar da vardı, çok saldırgan olanları da. Bir keresinde bir suçluyla konuşma esnasında, ona neden işe gitmediğini sorduğunda, üzerine yürümüştü. Konuşmanın normal seyrinde devam etmeyeceğini algıladığından hemen belindeki düğmeye bastı da, görevli arkadaşlar süratle yetiştiler. Korkmamıştı ama bir insanın bu noktalara gelmesindeki etmenleri epey düşünmüştü.

Metro istasyonuna doğru yürüdü. İşi ile evi arasında metro kullanıyordu. Trafik dünyanın her yerinde aynı sıkıntıyı yaşatıyordu insanlara, en iyisi toplu ulaşım araçlarıydı. İki dakika sonra istasyona geldi metro ve bindi. Kendine oturacak bir yer buldu. Elindeki torbaları da ayağının sağına soluna koydu. Bu arada yanındaki boş koltuğa da genç bir adam oturdu. Alyssa, adamın onu rahatsız etmemek için koltuğa yarım oturduğunu farketti, hemen torbalarını biraz daha kendine doğru çekerek, "Rica ederim rahat oturun, yer müsait" dedi. Genç adam "Ben iyiyim, teşekkür ederim" dedi gülümseyerek.
Yol boyunca aralarında harika bir sohbet başladı. Kenny, mimardı, bekardı, ona bir durak uzaklıkta oturmaktaydı. O kısa konuşmada Alyssa' da üstü kapalı işinden bahsetti -toplum içerisinde ilgiyi üstüne çekmekten hoşlanmayan karakterdeydi-, evinde siyam kedisi beslediğinden, haftasonunda keyif aldığı şeylerden, sinemadan, kitaplardan, müzikten ve yemeklerden bahsettiler. Her ne kadar alçak sesle konuşmaya çalışsalar da metroda herkes onların sohbetine dikkat kesilmişti. Bu da rahat sohbet etmelerini engelliyordu aslında. Alyssa' nın aksanı da buna sebep oluyordu. Çünkü onun babası İngiliz, annesi Türk' tü ve uzun yıllar Türkiye' de yaşadıklarından aksanı bir İngilizinki gibi değildi. Bu sohbette Kenny' de ona bunu sorduğunda çok hoş bir anekdot aktarmıştı hemen Alyssa' ya. İngiliz kız arkadaşı bir doğum günü partisinde, Türk bir delikanlı ile tanışmış, aşık olmuş ve evlenmişlerdi.

Bir ara Kenny ona, "Hafta sonu ne yapıyorsun?" diye sordu. Alyssa ise yanlış algılayarak, genelde haftasonları yaptığı şeylerden bahsetti. Daha sonra neden sorduğunu farkedince, herkes onları dinlediğinden lafı çeviremedi de. Derken Kenny bir durak sonra ineceğini söyledi, ona güzel dileklerde bulunarak tanıştığı için memnun olduğunu, güzel sohbet için teşekkürlerini belirtti ve indi.

Eve geldiğinde elindeki paketleri girişe bıraktı ve salondaki kanepeye kendini attı. Siyam kedisi de hemen kucağına atladı. Alyssa kediyi okşarken, bu güzel karşılaşmanın üzerinde bıraktığı hoş duyguları gülümseyerek düşündü. Onun sorusunu doğru algılamadığı ve hafta sonu için belki de çok keyifli olacak bir görüşmeyi de böylelikle kaçırdığı için kendine kızdı. Bir kez karşılaşan, bir çok defa da karşılaşabilirdi. Sonuçta çok yakın oturuyorlardı. Gece boyunca onun insana sakinliği geçiren ses tonunu düşündü. uzun süredir hayatında suçlular ve yalan ilişkilerden başka elle tutulur bir şey yoktu. 

Işıkları kapattı ve yatağına yattı. Elinde kitabı bir iki satır okuyordu ki, birden sıçradı. "Metro gazetesi !" diye bağırdı. Metroda sohbet ederlerken ikisinin de elinde metro gazetesi vardı ve ikisi de bu gazeteyi sevdiklerinden ve bir çok semt haberlerini burdan okuyup faydalandıklarından bahsetmişlerdi. Üstelik bu gazetede, insanların birbirlerine bıraktıkları mesajlar da yayınlanıyordu. Bunu hatırladığına öyle sevindi ki, yataktan kalktı ve cebinden text mesajı gönderdi hemen gazeteye. 

"21 Temmuz günü Morden - Edgware metro hattında Golders Green durağında inen mimar Kenny' e; sohbetinden çok keyif aldım, bir daha görüşmeyi çok isterim. Sevgiler, Brent Cross' da oturan Alyssa :)" mesajı metro gazetesinde yayınlanmıştı.

Kenny, sabah evinden çıkıp, metro istasyonuna yürüdü, büfeden hemen bir metro gazetesi aldı ve seyahat kartını gişeden okutarak, istasyondaki metroya yetişti. Bir koltuğa oturdu ve gazetesini okumaya başladı.





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


(not: fotoğraf Google görsellerden)
(tekrar yayındır)


9 Şubat 2017 Perşembe

denizi olmayan yer (*)









Serin bir yaz günüydü, hani “limonata serinliği” derler ya işte öyle. Evler dar geliyordu ona, belki sokaklar da.

Bir lambanın altında durup sigarasını yakmak istedi. Ama sonra sigara kullanmadığını hatırladı, ne komik bir durumdu. Seyrettiği filmlerden etkilenmişti besbelli. Filmdeki adam sigarasını, bir kaşı kalkık hem etrafa, hem ateşe bakarak yakar ve derin bir nefes aldıktan sonra kibriti ahenkli salınımlarla söndürür ve maalesef yere atardı. O an bir kadın geçerdi ordan ve gözleri adamda takılı kalarak adımlarını atardı. Adam, kadının arkasından kaybolana kadar bakar ve sonra yoluna devam ederdi.

Adam da yokuş yukarı devam etti, kaleye doğru. Yolu bozuk taş sokaklarda bir müddet yürüdü. Sokak taşlarının arasından inatçı otların, minicik çiçeklerin hayat çırpınışlarını fotoğrafladı. Yetmedi; evlerin bedenlerini, elbiselerini, ayaklarını, ellerini, şapkalarını.

Kalenin en tepe noktasında bir yerlere baktı elini siper ederek. Ordaydı, görüyordu. İnanmaz bakışlarla beraber, istem dışı ağzı açıldı ve öylece kaldı. Nasıl olurdu ki bu? Burası onun bildiği şehirse, o zaman bu bir halisünasyon değil de neydi? Acaba iyi miyim, diye kendini tokatladı, kolonyalı mendil çıkardı boynunda gezdirdi. Yok, yok ordaydı hala.

Fotoğraf makinesine hapsetmesi gerekiyordu, deklanşöre arka arkaya bastı. Bu onu biraz olsun rahatlattı ama oraya gitmesi gerektiğini hissetti birden. Toparlandı ve dar yokuş sokaklardan büyük gürültülerle koşmaya başladı. Ne kadar koştuğunu hatırlamıyordu ama bi türlü yol sona ermiyordu.

Yokuşun sonuna geldiğinde arabasına bindi ve kararlılıkla gaza bastı. Biliyordu ordaydı. Korkmuyordu, aslında memnundu da. Bunca zamandan sonra onu görmek heyecan vermişti ona, tüm damarlarına kanla birlikte hayat yürümüştü sanki. Yanakları pembeleşmişti.  Radyoyu açtı ve hayreti daha da arttı. “Amman bre deryalarrrr, kanlıca deryalarrr” diyordu şarkıda. Bu da varmış bugün yaşanacaklar arasında deyip, daha fazla gaza bastı. Hedeflediği yere varmasına az kalmıştı, içinden “nasıl olur ki bu? anlayamıyorum” diye sordu yeniden cevapsız bırakarak.

Tahmin ettiği yere geldiğinde ağzı yeniden açık kaldı. İşte burdaydı ama kimse farketmiyordu, görmüyordu, deli olacaktı. Aldı eline bir taş ve fırlattı en uzağa, taaa uzaklara.



Taş gitti, gitti, gitti ve tepesinde güneşle sarı sarı salınan başak tanelerinin arasına daldı. Ancak o zaman anladı, taş attığı yerin deniz olmadığını. Etrafta çalışan birkaç köylü garip garip baktılar, hatta bi tanesi sinirli sinirli üstüne yürümeye başlarken, o toparlandı ve arabasına binip, uzaklaştı ordan. Radyoda hala “aman bre deryalar”, neşeli notalarıyla çalmakta devam ediyordu.






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: kullanılan gif Googledan alıntıdır.
(*) tekrar yayındır.

7 Şubat 2017 Salı

g/astronomi (6) (*)




*****************


Baran, “of off” cümlesinden itibaren yazdığı tüm kağıtları eline aldı ve buruşturup köşede duran çöp kovasına fırlattı. Tam o esnada telefon çaldı. Yayınevinden arıyorlardı. Bu son öykünün geciktiğini, elini çabuk tutmasını söylüyordu ahizenin ucundaki yayınevi sahibi. Konuşmasını bitirdikten sonra ahizeyi sertçe yerine koydu. 

Sipariş öykü yazılırsa böyle olur işte diye düşündü. Bu projeden bahsedildiğinde ilgisini çekmişti aslında. Bir kaç yazar, kendilerine verilmiş başlıktan yola çıkarak birer hikaye yazacak ve bu kitap olarak basılacaktı. Film dünyasında bir çok yönetmenin bir araya gelerek, kendi bakış açılarını sergiledikleri eserler gibi, onlar da bir kitapta bir araya geleceklerdi. 

Ancak rahatsızlığının tam da bu döneme denk geleceğini bilmiyordu. Planlanmayan bir çok şey daha olmuştu. Hayatının orta merkezindeki kadın, bir başkasına aşık olduğunu söyleyerek gitmişti. Verilen konuya odaklanmaya çalışırken, eli ister istemez bir aşk öyküsüne doğru gidiyordu. Öte yandan daha çok taze olan yaralarını, kimseye göstermeden sarmaya çalışıyor, iki aşık  insan arasında oluşması beklenen sahneleri yazarken ise; kalbi isyan ediyor, dünyadaki bütün aşkların gelip geçici olduğunu haykırmak istiyordu. Bu yüzden öykünün içine aniden kendini de katmış olduğunu farketti ve yazdıklarını silip attı. 

Bir aşk; kağıtlar üstünde başlamayı bekliyordu. Başka zaman olsa, bir gastrolog ve astronomi uzmanının aşkını yazmak onun için dünyanın en kolay şeyi olabilirdi. Ancak şimdi, şu anda bir aşk acısı içindeydi ve bir aşk’ ın nasıl filizlendiğini, geliştiğini anlatacak enerjisi kalmamıştı. Öyle üzgündü ki, neredeyse bir ayda on yıl birden yaşlanmıştı.

Üç hafta önce sevdiği kadının gidişinden sonra kalbinde bir ağrı hissetmiş ve aniden olduğu yerde bembeyaz kesilerek bayılmıştı. Acilen hastahaneye kaldırılmış ve arka arkaya bir çok tetkikten geçtikten sonra doktoru “Sizde Ventriküler Septal Defekt var” demiş, daha sonra da kalp karıncığında delik olduğunu ekleyerek anlamasını sağlamıştı. Doktor, daha önce bir rahatsızlığı olup olmadığını sorduğunda aldığı cevabın “hayır” olmasına şaşırmıştı. Genellikle doğumsal bir rahatsızlık olarak tanımlanan bu hastalığın, eğer o yaştan beri varsa Baran’ ı bu yaşa kadar taşıması bir mucizeydi ama çocukluğundan itibaren hiç bir rahatsızlığı olmadığından, bunun yeni gelişen bir durum olması belki de son yaşadığı olaylara bağlanabilirdi. Ameliyat demişti doktor ancak Baran’ ın kan ve vücut değerlerine baktığında bunu hemen yapamayacaklarını anlatmıştı ona. En azından iki hafta iyi beslenecek ve dinlenecekti. Stresten uzak, ameliyata hazırlanmasını tavsiye etti. Haftada bir hastahaneye gelip kontrollerini yaptıracaktı.

Baran o zamandan beri evden dışarı çıkmadı. Hikayeyi yazabilmek için verdiği çaba, onu uykusuz, gıdasız ve bakımsız bırakmıştı. Bunların hiç bir ehemmiyeti yoktu onun için, kalbinin iki karıncığı arasında delik oluştuysa, hayatla arasındaki bağın da kopukluğunu ifade ediyordu bu ve onanmayacak bir kalbi taşımanın da anlamı yoktu. 

Tekrar masanın başına oturdu ve yazmak için en başa, aşçı Ege ile astronom Deniz’ in hikayesine döndü. Artık ikisini birlikte tadacakları limonlu kurabiye ve aşka dalacakları buluşmaya hazırlamak için cümleyi yazacaktı ki, birden kolu uyuşmaya, nefes alamamaya başladı. Bir el sanki kalbini bir yandan sıkıyor, bir yandan bıçaklıyor gibiydi. Herşey bir anda oldu bitti. Sandalyesinden yere yuvarlandı, ağzından “aşk” a benzer bir kelime hırıltıyla çıktı ve o son nefesi oldu.


************

Basılacak kitaba yine de Baran’ ın hikayesini aldılar, devamını diğer yazarlar tamamladı. Geride aşk acısıyla biten hayatına inat, tohumlarını attığı bir aşk hikayesi bıraktı.

Gökyüzünde bir yıldızın kayıp gittiğini görürseniz, onlar Baran’ ın cümleleriyle  kavuşamayan ve onun acısını yaşayan Ege ile Deniz’ in yıldızıdır.






(bitti)




{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-







not: fotoğraf ​Google görsellerden alıntıdır.



6 Şubat 2017 Pazartesi

g/astronomi (5) (*)




******************



“Bazı değişimler farkediyorum kendimde, ilişkimizde. Sürekli kendini tekrar eden bir sahne gibi hayatımız.”

“Böyle hissettiğini bilmiyordum...”

“Ben bile bilmiyordum ama ilişkideki başkalaşımı ve benliğimi terketme yolunda olduğumu farkedeli beri bunu seninle mutlaka paylaşmam gerektiğini biliyordum.”

“Biraz şaşkınım açıkçası... ben seni dinleyeyim en iyisi.”

“Buraya oturduğumuzda bana bir şey söyledin hatırlıyor musun? Sen benim çok önemli bir parçam oldun daima dedin. Bu cümle bile aramızdaki ilişkiyi açıklıyor. Beni bir birey olarak değil de senin bir parçan olarak görmen, beni ortadan kaldırıyor. Çünkü öyle bir zaman geliyor ki; eğer ben senin parçan olarak senin menfaatine olacak bir şeyi doğru hissedip uygulamazsam buna şaşırabiliyorsun. Mesela evde yaşadığın olayda senin nerde rahatlayacağını düşünüp sana söylemem ve konforun için öneriler sunmam gerekiyor daima. Bundan yüksünmedim hiç bir zaman biliyorsun ama bu konudaki farkındalığın her geçen gün azaldı ve yok oldu. Daima seni senden bir adım önce düşünmemi bekler oldun. Bu beni yoruyor, yordu.”

“Desene bencilin teki olup çıkmışım ben.”

“Bunda benim de hatam var kesinlikle. Ama başka hayatları derinine inceleyen, davranış ve duygu dünyasını didikleyen biri elbet kendi ilişkisine de bakar diyordum hep. Üzgünüm bu konuda uyarıda bulunmalıydım. Bundan besleniyordun, senin ihtiyaçlarını kollayan biri vardı, doğal olarak ben görüş alanından çıktım.”

“İlişkide gizemini tamamen yitiren taraf oldun yani. Haklısın. Senin düşüncelerin benim için önemliydi ama ancak ihtiyaç doğrultusunda sana danışıyordum. Geri kalan zamanların çoğunu sana evin kahyası gibi davranarak geçirmişim...”

“Bu kadar acımasız olma kendine. Bu zaman zarfında senin yanında olmanın keyfini yaşadım ve yazmakta olduğun herhangi bir kitap için fikirlerimi alman beni onore ediyordu. Sadece seni ilk tanıdığım zamanki gibi olmanı, kitaplarında çözümlediğin karakterler için harcadığın zaman ve çabayı, bizim için de göstermeni bekledim.”

“Özgün ve kuvvetli bir karakterdin sen daima. Bunun zerresinin kalmadığını söylemeyeceksin herhalde?!”   

“Kendim gibi olmaktan vazgeçtim sadece. Hata bende. Ama artık bunu düzeltmek istiyorum.”

“Nasıl?”

“Boşanmak istiyorum.”

“Neeeeee?”

“Ben aşk’ ın kurtulmasını ve bir ilişkide olması gereken gizemi yaratmak istiyorum yeniden. Diğer insanlardan daha iyi anlaman gerek beni. Sıkıştık kaldık girdabın içinde. Yenilenmemiz gerek.”

“Aşkın gizemiyle ilgili bir çok şey yazdım evet ama senin isteğin benim için beklenmedik bir şey farkındasın değil mi?”

“Ben farkındayım ama senin farkedemediğin şeyler yüzünden artık dişlerimi gıcırdatmak istemiyorum uykumda. Seni sevmeye, hatta aşık olmaya devam etmek istiyorum. Bunun tek yolu senden boşanmam, kendimi yeniden bulmam ve bir zaman sonra bir araya geldiğimizde gerçek duygularımızı belirleyip, ona göre hayatımızı şekillendirmemiz.”

“Ayla, başkası mı var kalbinde? Bunu benimle paylaşabilirsin”

“Bu soru, sana bakış açımı değiştiriyor. Etrafında pervane olan birinin, kendi hayatının beş dakikasını bile kendine ayırmadığının farkında bile değilsin. Sanırım gerçekten gitme zamanı artık. Ben alacaklarımı alıp, giderim. Sen düzenini bozma.”
der ve hızla yürür gider.


(devam edecek)





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-





5 Şubat 2017 Pazar

g/astronomi (4) (*)







*********************




Sahilde sürekli gittikleri bankta oturdular. Tatlı bir serinlik vardı güneşin yanısıra. Bank, iki kocaman ağacın gölgesine sığınmış, mavi,yeşil ve sarının tonların birbirine karıştığı huzurlu bir yerdeydi. Ayla iki bardak çıkartıp içine, evde hazırladığı limon kabuklu, nane yapraklı şekeri tam kıvamında limonatayı servis etti ve adama uzattı. Adam bardaktan bir yudum içtikten sonra, derin bir nefes aldı. “Haklısın, deniz bana daima iyi geliyor” dedi.  

“Uzun zaman önce keşfettim bunu, ne zaman deniz kenarında yürüyüş yapıp gelsen ya da balığa çıksan, dönüşünde zihnin dinlenmiş ve içindeki kelimeleri boşaltmaya hazır hale geliyorsun. Hatırlasana; bundan önceki 2 kitabında da aynı tıkanmaları yaşamıştın.”

“Ah evet haklısın, sanırım ben herşey bittikten sonra hafızamdan siliyorum o anları.” “Maalesef bu benim için mümkün olmuyor canım” dedi Ayla gülerek. Adamın gözleri doldu ve eliyle Ayla’ nın ellerini tuttu. “Sen benim çok önemli bir parçam oldun daima.”

“Sanırım büyük yazarımızın en romantik anı şu an (!)” dedi Ayla ve  “Konuşmak ister misin ?” diye sordu.

“İki apayrı dünya; biri mutfaktan, biri uzay boşluğundan. Onları çarpan aşk’ ın büyüsü ile sarmaşık dallarına dolanacaklar. Öteki yarısını bulduğunu sanmanın sarhoşluğu geçtiğinde, bir yanılsama onları bekliyor olacak.”

“Sevmek, bir tek olmaktır ama sorun hangisi olduğudur demiş bir yazar.”

“Yani?”

“Çok açık. Biri olduğu gibi kalır, diğeri onu yaşar, onu hisseder. Ayrıca, aşk ilişkilerinde bir yanlış anlama var. Kadın bir birey, bir insan arar, erkekse cinsel gücünü gösterecek dişiliği-cinselliği arar.”

“Ne zamandır bu düşünceye sahipsin?”

“Tecrübeler, gözlemler...” dedi gülümseyerek.

“Bu sözlerin, gerçekten anlatmak istediğin şeyin gölgeleri... daha açık olmanı istesem ?!”





(devam edecek)






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-






not: fotoğraf Google görsellerden alıntıdır.


4 Şubat 2017 Cumartesi

g/astronomi (3) (*)




*******************************






“Off ! of of of !!!..” diye bağırdı. Penceresi yemyeşil bahçeye bakan odada çalışma masasında, elinde parmaklarının arasında sıkıştırdığı kalemle öfkeden titriyordu. Odanın kapısından telaşla içeri karısı girdi.

“Canım n’ oldu?”

“Olmuyor Ayla, yazamıyorum !” dedi öfkeyle. 

Ayla fonda çalan müziği kapattı ve hemen sıcak, şefkatli elleriyle ona sarıldı. Parmaklarından sanki onun bedenine sakinlik zerkediyordu.

“Bu tıkanıklığı kaç kez yaşadık bitanem... dert edecek birşey yok eminim. Çok üstüne düştün bu hikayenin, bence çıkalım deniz kenarına gidelim biraz. Sana iyi geliyor daima. Ne dersin? Hem bir kaç sandviç de hazırlarım, sevdiğin limonatayı da termosa koyduk mu, tamam” diyerek soran gözlerle ona bakarken, bir yandan elleriyle omuzlarını ovuyor, sırtını kaşımakla okşamak arası bir dokunuşu da sürdürüyordu. Sakinleşmişti, ağzından biraz önce fırtınalar çıkan adam değil, minik bir çocuk vardı şimdi.  

“Tamam” dedi. Ayla sevinerek, “Peki, sen giyin ama şapkanı da mutlaka al, ben de hazırlanıyorum” dedi ve koşturarak mutfağa yollandı.







(devam edecek)





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-







 (not: fotoğraf Google görsellerden alıntıdır
 Virginia Woolf' un çalışma odası- 
fotoğrafı çeken:Eamonn McCabe )





3 Şubat 2017 Cuma

g/astronomi (2) (*)





*****************



Ertesi sabah erkenden kalktı ve bir gün önceden yeğeni için hazırladığı limonlu kurabiyeleri de, sırt çantasına koydu ve arabaya atlayıp, kızkardeşinin evinden yeğenini aldı, okula gittiler.

Okul bahçesinde aileler ve çocuklar heyecanlı, öğretmenler ise titizlikle herkesin hangi servislere yerleşeceğini ve organizasyonu anlatıyorlardı. Yeğeninin elinden tuttu ve onlar da servise bindiler.


Planetaryuma girdiler ve herkes yerine oturduktan sonra ışıklar iyice karartıldı ve tavana doğru yansıtılan gökyüzü cisimlerini konuşmacı sırasıyla tanıttı. Çocuklar heyecanlı sesler çıkartıyorlar, sevinç çığlıkları atıyorlardı. Yeğeni ilgiyle izliyordu dayısının elini bırakmadan. Çocukların ilgisini daha fazla çekebilmek amacıyla çizgi film karakterleri kullanılarak hazırlanmış tanıtıcı bir film de seyredildikten sonra herkes uzun masalara yerleştirilmiş yiyecek ve içeceklerden atıştırmaya başladı. Bu arada yeğeni merakla arka arkaya sorular sıralamaya başladı ona.

“Uzay sıcak mıdır, soğuk mudur?”
“Astronotun uzayda elbisesi yırtılırsa ne olur?”
“Gökyüzünün kapısı var mı?”

“Uzayın sıcaklığı yoktur ama uzayda bulunan cisimlerin sıcaklıkları vardır. Astronot elbiseleri çok uzun sürede titizlikle hazırlanır ama böyle bir şey olursa eğer felaket olur. Gökyüzü ya da uzay; bütün gök cisimlerinin içinde bulunduğu sınırsız boşluğa denir. Bu boşluğun kapısı, senin gözlerindir. Sen gökyüzüne baktığın zaman kapısını açıp içeri girmiş oluyorsun küçük prenses.”

Cümlelerin ardından yüzünde aydınlanan kocaman bir gülümsemeyle bakmayı sürdüren bu kadının, biraz önce planetaryumun içinde anlatıcı olduğunu farkeder sesinden. Eğer gösteriden sonra kokteyl verilmeseydi, bu yıldızlardan daha parlak güzelliği karanlıkta farkedemeden gidecekti. Hemen elini uzatarak,

“Merhaba, bu küçük prenses yeğenim Alara, ben de onun şövalyesi Ege. Uzayın gizemini sizin ağzınızdan dinlemek harikaydı” der.

“Merhaba, benim adım da Deniz, çok memnun oldum ikinizle tanıştığıma. Konu çok derin(!), ilginizi çekebildiysek ne güzel”.

“Ben de memnun oldum ama soracaklarım bitmedi” diye araya girdi Alara. İkisi de gülerek bakıştılar ve Ege hemen, “Tatlım, Deniz hanım diğer misafirlerle de ilgilenmek ister ama bence şöyle yapalım. Onu özel hazırlanmış limonlu kurabiyelerle birlikte bir kahve içmeye davet edebiliriz, ne dersin?” diye sorar. Alara ellerini çırparak, “Evet, evet.. davet edelim” diye neşeyle cevap verir. Ege, Deniz’ e bakıp, Alara’ yı işaret ederek, “Limonlu kurabiyelerini paylaştığı tek insan siz olacaksınız, kabul ederseniz çok mutlu oluruz” der. Deniz gülümseyerek, “Hıım, kurabiyeleri annen yaptığı için mi bu kadar çok seviyorsun Alara?” diye sorar. “Hayır, benim şövalyem pişiriyor onları” deyince hayretle bakar. Ege hemen atılır, “Şövalyelikten sonra ikinci işim aşçılık” der. “Harika, yaptığınız herşey lezzetlidir eminim ve o kurabiyelerden tatmayı çok  isterim” .





(devam edecek) 



{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-





not: fotoğraf ​Google görsellerden alıntıdır.​