Görevli dolabın kapağını açtı, sürgü rafı dışarıya çektiğinde soğuk buhar, yüzlerine çarptı. Raftaki örtü aralandığında, kadının o ana kadar sımsıkı tuttuğu sinirleri, zembereğinden boşaldı. Morg; bir anda hıçkırık, haykırış ve gözyaşıyla doldu.
Sakinleşmesi için verilen su dolu bardağı iki eliyle tutamayınca, görevli yardımcı oldu. Bir kutu mendili önündeki sehpaya koydu bir başka görevli. Kadın uzun uzun ağladı. Morgtaki görevliler ceset bulunduğunda üstünden çıkanları bir poşete koymuş, kadına vermişlerdi. Bir iki prosedürden sonra ordan ancak çıkabildi.
Dağılmış halde bindiği taksiden, sahilde bir yerde indi. Dalgalara karşı oturduğu bankta, güneşin battığını farketmedi bile. Akşam, kopkoyu bir yalnızlıkla gelip oturmuştu yanına.
"Benim ruhumun parçalandığı gibi parçalanmış göğüs kafesi... ne acı!" diye mırıldandı. Bacaklarının üstünde avuç açmış gibi duran ellerinde tuttuğu kırmızı kadife kutunun üstüne, bir kaç damla gözyaşı düştü.
Arabasıyla büyük şehirden, banliyöye gidiyordu. Bir dostunun şirketinin muhasebe kayıtlarına yardımcı olmak için haftada bir kez bu yolculuğu yapıyordu. Önceleri angarya gelen bu iş artık onun hoşuna gitmeye başlamıştı. Yoğun geçen günlerin ardından, bu küçük yerleşim yeri öyle huzur vermeye başlamıştı ki, "acaba burdan bir ev edinsem mi?" diye düşünmüştü. Bu fikrini, şirketin sahibi dostuyla paylaşınca hemen onun seveceği, tatillerde ve haftasonları kaçabileceği, şirin minik bahçesi olan bir ev buldular ve satın alma işini çarçabuk hallettiler. Böylece kimi zaman şirketin muhasebe işlerini hafta sonuna denk getirip, dönüşte de kendi evinde kalabilirdi artık.
Evin dekorasyonu için, çok büyük bir market olan firma ile görüşmeye gitti. Firmadaki görevliler, uygun dizayn yapabilmek için evin konumu, ışığı, metrekare bilgilerini almak üzere bir mimar görevlendireceklerini, ne zaman uygun olunursa birlikte eve bakmaya gidebileceklerini söyleyip, onun telefonunu aldılar. Hafta içinde telefonu çaldı, mimar arıyordu. Hemen bir gün saptadılar, adresi verdi ve evde buluştular.
İlk görüşte ikisi de kalplerine eros' tan gönderilen okla vurulmuş gibi oldular. Beklenmedik bu gelişme, ikisinin de hayatlarının akışını değiştirdi. Ev, mimar tarafından dekore edildi ve her fırsatta bu evde buluştular. İkisinin kalbinden dışarı taşan mutluluk damlaları, hem evi, hem evin bahçesini güzelleştirmeye yetti. Her gelen, o evin yaşam koktuğunu söylüyordu.
Bir senenin sonunda birbirlerinden ayrı kalmaya dayanamayacaklarını anladılar ve birlikte yaşama kararı aldılar. Şehirde mimarın evindeydiler, haftasonları ve kaçabilecekleri her tatilde de banliyödeki bu evde. İki evde de aynı aurayı solumak mümkündü. Soluksuz bir aşkın içinde büyüyorlardı.
Üç senenin sonunda malum teori kendini göstermeye başladı. İlk fire mimardan geldi. Eve geliş saati uzamaya, geç gelişlerini hep işin uzamasına bağlıyor, gözlerini kaçırıyordu kadından.
İç organları ağır iş makineleri altında presleniyormuş gibi hissediyordu onun geç gelişlerinde. Konuşmaya çalışıyordu ama mimara göre bütün sorun işteydi. Öyle olmadığını gözünün ucundan, ve artık ona dokunmamasından anlıyordu kadın. Yüreği acıyordu bu uzaklaşmalardan. Zaman ilaç olabilir miydi gerçekten, bilemiyordu ama bekliyordu bıkmadan.
Bir sene geçti, birbirlerine yabancı, kapkaç dokunuşlarla ve aynı havayı solumamakla. Artık soru sormuyordu kadın, herhangi bir şey söylemesini de beklemiyordu. Sanki ruhunu yitirmiş gibi, bir işlemden geçirip onu makineleştirmişler gibi rutin devam ediyordu hayatına, işine. Ta ki, bir iş çıkışı şehirdeki eve dönemeyecek kadar kendini yorgun hissedip, arabanın rotasını banliyödeki eve çevirinceye kadar.
Kapıdan içeri girdiğinde, antreden itibaren yatak odasına kadar etrafa saçılmış, kadın ve erkek giysilerini görünce gerisin geri çıktı evden. Arabaya bindiğinde donmuş haldeydi ve nereye gideceğini bilmiyordu. Banliyönün sahiline çevirdi arabayı. Sahilde biraz oturdu. Ne düşüneceğini bilemiyordu. "Bütün bunlara ne gerek vardı?" diye sordu içinden. İçinde diplerde bir yerden dalga dalga gelen acıyı hissetti. Kalkmalı ve gitmeliydi her nereye olursa. Aracına bindi ve 8 saat uzaktaki ikinci büyük kente yola koyuldu.
Bütün gece hiç durmadan araç kullanmıştı. Gözünden bir damla yaş akmasına izin vermemiş, ona ulaşabileceği telefonu da kapatmıştı. Yaz tatillerine giderken konakladıkları bu şehirde, ailesiyle birlikte kaldıkları otele kendini attığında sabah olmuştu. Hemen yatağa girdi ve çok derin bir uykuya daldı.
Dağılmış halde bindiği taksiden, sahilde bir yerde indi. Dalgalara karşı oturduğu bankta, güneşin battığını farketmedi bile. Akşam, kopkoyu bir yalnızlıkla gelip oturmuştu yanına.
"Benim ruhumun parçalandığı gibi parçalanmış göğüs kafesi... ne acı!" diye mırıldandı. Bacaklarının üstünde avuç açmış gibi duran ellerinde tuttuğu kırmızı kadife kutunun üstüne, bir kaç damla gözyaşı düştü.
(beş sene önce)
Arabasıyla büyük şehirden, banliyöye gidiyordu. Bir dostunun şirketinin muhasebe kayıtlarına yardımcı olmak için haftada bir kez bu yolculuğu yapıyordu. Önceleri angarya gelen bu iş artık onun hoşuna gitmeye başlamıştı. Yoğun geçen günlerin ardından, bu küçük yerleşim yeri öyle huzur vermeye başlamıştı ki, "acaba burdan bir ev edinsem mi?" diye düşünmüştü. Bu fikrini, şirketin sahibi dostuyla paylaşınca hemen onun seveceği, tatillerde ve haftasonları kaçabileceği, şirin minik bahçesi olan bir ev buldular ve satın alma işini çarçabuk hallettiler. Böylece kimi zaman şirketin muhasebe işlerini hafta sonuna denk getirip, dönüşte de kendi evinde kalabilirdi artık.
Evin dekorasyonu için, çok büyük bir market olan firma ile görüşmeye gitti. Firmadaki görevliler, uygun dizayn yapabilmek için evin konumu, ışığı, metrekare bilgilerini almak üzere bir mimar görevlendireceklerini, ne zaman uygun olunursa birlikte eve bakmaya gidebileceklerini söyleyip, onun telefonunu aldılar. Hafta içinde telefonu çaldı, mimar arıyordu. Hemen bir gün saptadılar, adresi verdi ve evde buluştular.
İlk görüşte ikisi de kalplerine eros' tan gönderilen okla vurulmuş gibi oldular. Beklenmedik bu gelişme, ikisinin de hayatlarının akışını değiştirdi. Ev, mimar tarafından dekore edildi ve her fırsatta bu evde buluştular. İkisinin kalbinden dışarı taşan mutluluk damlaları, hem evi, hem evin bahçesini güzelleştirmeye yetti. Her gelen, o evin yaşam koktuğunu söylüyordu.
Bir senenin sonunda birbirlerinden ayrı kalmaya dayanamayacaklarını anladılar ve birlikte yaşama kararı aldılar. Şehirde mimarın evindeydiler, haftasonları ve kaçabilecekleri her tatilde de banliyödeki bu evde. İki evde de aynı aurayı solumak mümkündü. Soluksuz bir aşkın içinde büyüyorlardı.
Üç senenin sonunda malum teori kendini göstermeye başladı. İlk fire mimardan geldi. Eve geliş saati uzamaya, geç gelişlerini hep işin uzamasına bağlıyor, gözlerini kaçırıyordu kadından.
İç organları ağır iş makineleri altında presleniyormuş gibi hissediyordu onun geç gelişlerinde. Konuşmaya çalışıyordu ama mimara göre bütün sorun işteydi. Öyle olmadığını gözünün ucundan, ve artık ona dokunmamasından anlıyordu kadın. Yüreği acıyordu bu uzaklaşmalardan. Zaman ilaç olabilir miydi gerçekten, bilemiyordu ama bekliyordu bıkmadan.
Bir sene geçti, birbirlerine yabancı, kapkaç dokunuşlarla ve aynı havayı solumamakla. Artık soru sormuyordu kadın, herhangi bir şey söylemesini de beklemiyordu. Sanki ruhunu yitirmiş gibi, bir işlemden geçirip onu makineleştirmişler gibi rutin devam ediyordu hayatına, işine. Ta ki, bir iş çıkışı şehirdeki eve dönemeyecek kadar kendini yorgun hissedip, arabanın rotasını banliyödeki eve çevirinceye kadar.
Kapıdan içeri girdiğinde, antreden itibaren yatak odasına kadar etrafa saçılmış, kadın ve erkek giysilerini görünce gerisin geri çıktı evden. Arabaya bindiğinde donmuş haldeydi ve nereye gideceğini bilmiyordu. Banliyönün sahiline çevirdi arabayı. Sahilde biraz oturdu. Ne düşüneceğini bilemiyordu. "Bütün bunlara ne gerek vardı?" diye sordu içinden. İçinde diplerde bir yerden dalga dalga gelen acıyı hissetti. Kalkmalı ve gitmeliydi her nereye olursa. Aracına bindi ve 8 saat uzaktaki ikinci büyük kente yola koyuldu.
Bütün gece hiç durmadan araç kullanmıştı. Gözünden bir damla yaş akmasına izin vermemiş, ona ulaşabileceği telefonu da kapatmıştı. Yaz tatillerine giderken konakladıkları bu şehirde, ailesiyle birlikte kaldıkları otele kendini attığında sabah olmuştu. Hemen yatağa girdi ve çok derin bir uykuya daldı.
(devam edecek)
|)__)
-”-”-
not: fotoğraf ve gif Google'dan alıntıdır.
bu hikaye 2011 de yayınlanmıştır.
Müzikle anlatılanlar o kadar güzel bir uyum içinde ki.
YanıtlaSilÇok akıcı bir anlatımdı. Etkilenerek okudum.
Sevgiler.
Enteresan müzikle beraber bitti yazı,bravo. Güzel yazıyorsunuz Sezer hanım. Hani bende alelade bir okur değilim.sağlam bir referans hani :) ben yazsaydım ilk fireyi kesin kadın verirdi :) bye...
YanıtlaSilDuyguyu gecirebiliyorsam okuyucuya ne mutlu... çok teşekkür ederim Makbule hanım 😊
YanıtlaSilSevgili Balthus, bence doğru yere tıklıyorsun, şekilde görüldüğü üzre 😊 ilk yorum daha iyi.. ötekini silerim istersen. Müzik benim için en az yazdıklarım kadar önemli, o yüzden epey mesai harcıyorum.
YanıtlaSilFarkındayım değerli bir okursun 👍 galiba tecrübeyle sabit yaşananlar, sen fireyi kadına bense adama veriyoruz.. 😊
Şaka gibi yahu... İlk yorum bence de daha iyi,sil bence de. Henüz filmi izlemedim ama fragman soundtrack filmden sekanslar falan vurdu beni.Lakin psikolojim bozuk,daha da bozacak gibi anladığım. Bira erteleyeceğim sanırım. Bunu da yayınlama ya da yayınla keyfiniz bilir. Ha!diyelim yayınladın adını verelim de bakanın ilgisini çeksin. Arkadaşlar söz konusu film : before the rain.
YanıtlaSilAh sorma.. ben de o gün izleyeyim diye oturdum, daha müziği başladı benim içim kabardı. O yüzden haklısın kendini iyi hissettiğin zaman seyret.
YanıtlaSildevamını bekliyorum en kısa sürede
YanıtlaSilBu sabah yayınladım Fatma Üzmez :) Sevgiler,
YanıtlaSil