Ağustosun sonu ve ülke mücadelesinde zafere ulaşılmış günün yıldönümü.
30 Ağustos Zafer Bayramı
Geçenlerde bir video izledim. Bir soru sorulmaktaydı sokak röportajında.
"15.055 nedir?" idi soru.
Soru yöneltildiğinde herkes ardından muzip bir şey gelecek düşüncesiyle gülümsüyordu, kimisi ilginç cevaplar veriyordu, kimisi ise "illa ki bileceğim ben bunu" diye cevap hakkını ardarda kullanıyordu.
Sonunda yanıt geldi!
"15.055 Kurtuluş savaşında vatan için canını veren şehitlerimizin sayısı"
O andan sonra herkes dondu kaldı. Gözleri yaşaranlar, ağlayanlar, "ciddi misiniz?" diye ağlamaklı soranlar, dua edenler, susup kalanlar oldu.
İşte tam orda hepimiz birdik!
O rakam, kalbimize, ruhumuza dokunmuştu.
O rakam, gözlerimizden akmıştı.
O rakam kalbimizi acıtmış, gönül telimizi titretmişti.
Bizlerin şu anda yaşadığı topraklarda, bizden önce genç, yaşlı, çocuk bir sürü insanın savaşıp öldüğü gerçeği ile rakamsal olarak karşı karşıyaydık.
Bu bütünlük duygusu, sadece seyrettiğimiz 5 ya da 10 dakikalık videolarda kalmasa, herkes BİZ olabilse...
Teşekkürler ATA' m, Teşekkürler tüm ŞEHİTLERİMİZ !
(Amalia Rodrigues "Estranha forma de vida" şarkısını dinlemeniz önerimdir.)
A Vida Invisivel
Görünmez Yaşam
(2019)
Yönetmen : Karim Ainouz
Ülke : Brezilya
Tür : Dram
İMDB Puanı : 7.8
Brezilya’nın Oscar adayı olarak ilan edilen bu duygusal melodram, maço
kültürün baskın olduğu 1950’lerde, Rio de Janeiro’da baskılar ve
önyargıyla mücadele etmek zorunda kalan iki dirayetli kadının hikâyesini
anlatıyor: Piyanist olmak isteyen Eurídice ve hakiki aşkı arayan kız
kardeşi Guida.
Madame Satã, Futuro Beach, Tempelhof Havaalanı
filmleriyle tanıdığımız Karim Aïnouz’un bu son filmi, The Hollywood
Reporter’a göre “renk, ses ve müziğe boğulmuş bir gündüz rüyası”.
Görevli
dolabın kapağını açtı, sürgü rafı dışarıya çektiğinde soğuk buhar,
yüzlerine çarptı. Raftaki örtü aralandığında, kadının o ana kadar
sımsıkı tuttuğu sinirleri, zembereğinden boşaldı. Morg; bir anda
hıçkırık, haykırış ve gözyaşıyla doldu.
Sakinleşmesi
için verilen su dolu bardağı iki eliyle tutamayınca, görevli yardımcı
oldu. Bir kutu mendili önündeki sehpaya koydu bir başka görevli. Kadın
uzun uzun ağladı. Morgtaki görevliler ceset bulunduğunda üstünden
çıkanları bir poşete koymuş, kadına vermişlerdi. Bir iki prosedürden
sonra ordan ancak çıkabildi.
Dağılmış
halde bindiği taksiden, sahilde bir yerde indi. Dalgalara karşı
oturduğu bankta, güneşin battığını farketmedi bile. Akşam, kopkoyu bir
yalnızlıkla gelip oturmuştu yanına.
"Benim
ruhumun parçalandığı gibi parçalanmış göğüs kafesi... ne acı!" diye
mırıldandı. Bacaklarının üstünde avuç açmış gibi duran ellerinde tuttuğu
kırmızı kadife kutunun üstüne, bir kaç damla gözyaşı düştü.
(beş sene önce)
Arabasıyla
büyük şehirden, banliyöye gidiyordu. Bir dostunun şirketinin muhasebe
kayıtlarına yardımcı olmak için haftada bir kez bu yolculuğu yapıyordu.
Önceleri angarya gelen bu iş artık onun hoşuna gitmeye başlamıştı. Yoğun
geçen günlerin ardından, bu küçük yerleşim yeri öyle huzur vermeye
başlamıştı ki, "acaba burdan bir ev edinsem mi?" diye düşünmüştü. Bu
fikrini, şirketin sahibi dostuyla paylaşınca hemen onun seveceği,
tatillerde ve haftasonları kaçabileceği, şirin minik bahçesi olan bir ev
buldular ve satın alma işini çarçabuk hallettiler. Böylece kimi zaman
şirketin muhasebe işlerini hafta sonuna denk getirip, dönüşte de kendi
evinde kalabilirdi artık.
Evin
dekorasyonu için, çok büyük bir market olan firma ile görüşmeye gitti.
Firmadaki görevliler, uygun dizayn yapabilmek için evin konumu, ışığı,
metrekare bilgilerini almak üzere bir mimar görevlendireceklerini, ne
zaman uygun olunursa birlikte eve bakmaya gidebileceklerini söyleyip,
onun telefonunu aldılar. Hafta içinde telefonu çaldı, mimar arıyordu.
Hemen bir gün saptadılar, adresi verdi ve evde buluştular.
İlk
görüşte ikisi de kalplerine eros' tan gönderilen okla vurulmuş gibi
oldular. Beklenmedik bu gelişme, ikisinin de hayatlarının akışını
değiştirdi. Ev, mimar tarafından dekore edildi ve her fırsatta bu evde
buluştular. İkisinin kalbinden dışarı taşan mutluluk damlaları, hem evi,
hem evin bahçesini güzelleştirmeye yetti. Her gelen, o evin yaşam
koktuğunu söylüyordu.
Bir
senenin sonunda birbirlerinden ayrı kalmaya dayanamayacaklarını
anladılar ve birlikte yaşama kararı aldılar. Şehirde mimarın
evindeydiler, haftasonları ve kaçabilecekleri her tatilde de banliyödeki
bu evde. İki evde de aynı aurayı solumak mümkündü. Soluksuz bir aşkın
içinde büyüyorlardı.
Üç senenin
sonunda malum teori kendini göstermeye başladı. İlk fire mimardan
geldi. Eve geliş saati uzamaya, geç gelişlerini hep işin uzamasına
bağlıyor, gözlerini kaçırıyordu kadından.
İç
organları ağır iş makineleri altında presleniyormuş gibi hissediyordu
onun geç gelişlerinde. Konuşmaya çalışıyordu ama mimara göre bütün sorun
işteydi. Öyle olmadığını gözünün ucundan, ve artık ona dokunmamasından
anlıyordu kadın. Yüreği acıyordu bu uzaklaşmalardan. Zaman ilaç olabilir
miydi gerçekten, bilemiyordu ama bekliyordu bıkmadan.
Bir sene
geçti, birbirlerine yabancı, kapkaç dokunuşlarla ve aynı havayı
solumamakla. Artık soru sormuyordu kadın, herhangi bir şey söylemesini
de beklemiyordu. Sanki ruhunu yitirmiş gibi, bir işlemden geçirip onu
makineleştirmişler gibi rutin devam ediyordu hayatına, işine. Ta ki, bir
iş çıkışı şehirdeki eve dönemeyecek kadar kendini yorgun hissedip,
arabanın rotasını banliyödeki eve çevirinceye kadar.
Kapıdan
içeri girdiğinde, antreden itibaren yatak odasına kadar etrafa saçılmış,
kadın ve erkek giysilerini görünce gerisin geri çıktı evden. Arabaya
bindiğinde donmuş haldeydi ve nereye gideceğini bilmiyordu. Banliyönün
sahiline çevirdi arabayı. Sahilde biraz oturdu. Ne düşüneceğini
bilemiyordu. "Bütün bunlara ne gerek vardı?" diye sordu içinden. İçinde
diplerde bir yerden dalga dalga gelen acıyı hissetti. Kalkmalı ve
gitmeliydi her nereye olursa. Aracına bindi ve 8 saat uzaktaki ikinci
büyük kente yola koyuldu.
Bütün gece
hiç durmadan araç kullanmıştı. Gözünden bir damla yaş akmasına izin
vermemiş, ona ulaşabileceği telefonu da kapatmıştı. Yaz tatillerine
giderken konakladıkları bu şehirde, ailesiyle birlikte kaldıkları otele
kendini attığında sabah olmuştu. Hemen yatağa girdi ve çok derin bir
uykuya daldı.
**************
Öyle
uzun süre uyumuştu ki, gözlerini açtığında karanlıktı ortalık. Oda
servisini aradı, yiyecek bir şeyler istedi. O arada hemen duşa girdi ve
kendini soğuk suyun altına bıraktı. Daha iyi hissediyordu. Biliyordu ki,
zaman geçtikçe daha da iyi hissedecekti. Kendini buna inandırınca
rahatladı, tam o esnada kapı çalınca gelen oda servisinin, onu girdiği
düşünce girdabından çekip çıkarmasına sevindi.
Balkon
kapısını açtı, önce soğuk su, ardından oksijen iyi gelmişti. Evet
gitgide daha iyi hissediyordu. İlk aldatılan o değildi, dünya
yıkılmayacaktı o bunu yaşadığı için. Sürpriz bir şekilde başlayan bu aşk
için teşekkür ediyordu hayata ama yine de bu aşk yıkıntısı altında
kalmayacaktı.
Balkon
sehpasına gelen yiyecekleri koydu, gecenin sessizliğini bölsün diye
televizyonu açtı. Manzaraya bakarak ağzına ilk lokmayı attı. Epeydir bir
şey yememiş gibiydi. Mide çarkları öyle süratli çalışıyordu ki, birden
hızlı hızlı yediğini farketti. "Herhalde aşk acısından kendini yemeğe
vurmak böyle bir şey" dedi.
Birden
içerdeki televizyondan onu şaşırtan, beyninde soru işaretleri yaratan
bir şeyler duydu. Kendini şu anda bulunduğu dünyadan çok uzak hissetti.
İçeri gitti, sesini iyice açtı televizyonun. Görüntülerde, yıkıntılarla
dolu bir şehir vardı. Gördüğü ve duyduğu şeyleri beyninde
örtüştüremiyordu bir türlü. Bugün günlerden neydi? O uyurken yüzyıllar
mı geçmişti?
Resepsiyona
telefon açtı hemen, tarihi sordu. Aldığı cevapla kalakaldı. Neredeyse 2
gün olmak üzereydi o uykuya kaçtığından beri. "Nasıl olur?" dedi.
Gözlerinden ilk defa yaşlar süzülmeye başladı. Haberde hem yaşadığı
büyük şehrin, hem de diğer evin bulunduğu banliyönün derecesi yüksek bir
depremle ağır hasar aldığı anlatılıyordu görüntülerle beraber.
Aklını
kaçıracak gibiydi. Telefonu geldi aklına, hemen koşup açtı. Bir kaç
çağrı ve mesaj geldi açtıktan sonra. Ailesiyle irtibatı sağladı, herkes
iyiydi, biraz rahatladı. Telefonuna gelen arama listesinde mimar da
vardı. Deprem olmadan hemen önce aramış, ulaşamayınca da mesaj
göndermişti ona.
"Sevgilim,
biliyorum bir süredir sana sıkıntı yaşattım ama tüm bunların ne
seninle, ne de bir başkasıyla alakası yok. Bu akşam sana çok önemli bir
şey söyleyeceğim ama sana ulaşamıyorum, nerdesin?"
Numarayı
defalarca çevirdi ama yanıt yoktu. Hemen giyindi, araba kullanamazdı bu
halde, ailesi de yolların güvenli olmayacağını, uçakla dönmesini
söylemişti. Havaalanının yolunu tuttu.
Uçak
inene kadar binbir senaryo üretti. Ona bir şey olmaması yönünde milyon
defa dua etti. Onu aramaya nerden başlayacağını bilemiyordu. Uçaktan
iner inmez banliyödeki firma sahibi dostunu aradı. Ordaki evi kontrol
etmesini rica etti, evde birilerinin olmasından şüphelendiğini
ekleyerek. Hemen birlikte yaşadıkları eve koştu. Orası sağlamdı ama evde
kimse yoktu.
Daha
sonra banliyödeki dostundan bir telefon geldi. "Ev tamamen çökmüş ve
bir kadın, bir erkek iki ceset var" diyordu telefondaki ses. Bayılacak
gibi oldu, nefesi kesildi. Cümlenin devamında ise mimarın çok yakın
arkadaşı ve tanımadığı bir kadın olduğunu anlıyordu. Öyle bir durumdaydı
ki; kendi evinin yıkıntılarından bir ölü çıkıyordu, buna üzülse miydi,
yoksa onun mimar olmadığına sevinse miydi? İki duygu ne kadar birbirine
yakındı, ilk defa anlıyordu. Hafif bir mide bulantısı geçirdi. Yüzüne su
çarpıp, derin nefesler aldı.
Onu
bulmalıydı. Bulmalı ve gözlerine bakarak konuşmalıydı. Mimarın ailesini
arayıp, bir haber var mı diye sorsa, onları da telaşa mı vermiş olurdu?
Ortalık yıkıntı doluydu ve kimin nerde olduğunu mutlaka öğrenmeliydi.
Telefonu çevirdi, mimarın babası çıktı telefona. Sesi titriyordu yaşlı
adamın. Kalbi hiç bu kadar ağzına yakın bir yerde atmamıştı. Elinde
telefonla yere yığıldı kadın.
*********
Baygınlık,
sonrasında krize dönüşünce hastahanede müdahale edilmişti. Ailesi ve
arkadaşları koşturdu yanına. Hiç bir şey teselli edemiyordu onu. Sürekli
ağlıyordu, ağlamak istemese bile gözyaşları gözünden atlayıp intihar
ediyorlardı. Hastahanede daha fazla kalmak istemiyor, bir an önce
sevgilisini morgta son kez görmek istiyordu. Kimse ikna edemedi onu,
gözleri kararlılığını keskin bakışlarla anlatıyordu.
***************
Mimar,
onunla tanıştığı zamanlarda çalıştığı işten bir yanlış anlama sonucu
ayrılmak zorunda kalmıştı. Yeni bir iş için görüşmeler yapmaktaydı.
Kadına bu durumu anlatıp, onun da keyfini kaçırmayı, kendisinden başka
bir kişinin daha gelecek endişesi taşımasını istemiyordu. Nitekim
akabinde iş buldu, ancak şehirden uzaktaydı. Hem yeni işin getirdiği
yük, hem de şehirden uzakta oluşu yüzünden eve epey yorgun ve geç
geliyordu. Eski işiyle ilgili de dava açmıştı, kendini aklamak ve
düştüğü zor durumun maddi manevi karşılığını almak istiyordu. Herşey
sonuçlandığında tüm bunları kadınla paylaşacak ve onunla ilişkisini bir
üst kademeye taşıyacaktı.
Hayatlarının
yıkıntı altında kaldığı gün ise, çok yakın bir arkadaşı ondan
banliyödeki evin anahtarını istemiş ve çok özel bir görüşme yapacağını
söylemişti. Evde kalmayacağını ama görüşmeyi yapacağı kişiyle başbaşa
olacağı çok özel bir yere ihtiyacı olduğunu ve onu kırmamasını rica
edince karşı çıkamamış, anahtarı verdikten sonra da iş yoğunluğuna
girince, kadını bundan haberdar etmeyi unutmuştu. Bu arada gelen
telefonla eski işyerine açtığı davayı kazandığını, epey yüklü bir
tazminat ve işe geri dönme garantisini de aldığını öğrenince, işte şimdi
tam zamanı diye düşünüp, kuyumcu da bekleyen yüzüğü alıp, eve doğru
yola koyulmuştu. Tüm bu süreçte sevgilisine uzak durduğunun farkındaydı
ama eros onları bir kez buluşturmuştu ve mimar aşka inanan nadir
erkeklerdendi. "Bu akşam herşey bizim için yeni ve yeniden başlıyor
olacak"diye geçirdi içinden gülümseyerek. Telefonla aradı kadını, ulaşamadı. Hemen mesaj yazdı.
Tam
o esnada gülümsemesi dudaklarında dondu. Ne olduğunu anlamamıştı bile.
Deprem onu yolda yakalamıştı. Bir viyadüğün altından geçmesine saniyeler
kala, şiddetli sarsıntıyla viyadük çökmüş, hızla gittiği için düşen yol
korkulukları aracın kaputundan girmiş ve kalbine saplanmıştı. Her şey o
kadar çabuk olmuştu ki, görevliler yüzündeki tebessümü gördüklerinde
yaşıyor sanmışlardı önce.
Tüm şehir acılarını sarmakla uğraştı uzun süre. Zaman akıp gitti ve unutuldu kağıttan yapılmış koca şehrin görüntüleri.
Kadın
ise parmağında mimardan kalan yüzük ve yüreğindeki daimi acıyla kendini
evine kapattı. Onun için yanlış düşüncelere kapıldığı, gördüklerini
değerlendiremediği, kaçtığı için kendini ölene kadar affetmedi.
(acı son)
{ಠ,ಠ}
|)__)
-”-”-
not: kullanılan gif google görsellerden alıntıdır. * tekrar yayındır.