17 Ocak 2017 Salı

morg / 2 (*)
















Öyle uzun süre uyumuştu ki, gözlerini açtığında karanlıktı ortalık. Oda servisini aradı, yiyecek bir şeyler istedi. O arada hemen duşa girdi ve kendini soğuk suyun altına bıraktı. Daha iyi hissediyordu. Biliyordu ki, zaman geçtikçe daha da iyi hissedecekti. Kendini buna inandırınca rahatladı, tam o esnada kapı çalınca gelen oda servisinin, onu girdiği düşünce girdabından çekip çıkarmasına sevindi. 

Balkon kapısını açtı, önce soğuk su, ardından oksijen iyi gelmişti. Evet gitgide daha iyi hissediyordu. İlk aldatılan o değildi, dünya yıkılmayacaktı o bunu yaşadığı için. Sürpriz bir şekilde başlayan bu aşk için teşekkür ediyordu hayata ama yine de bu aşk yıkıntısı altında kalmayacaktı. 

Balkon sehpasına gelen yiyecekleri koydu, gecenin sessizliğini bölsün diye televizyonu açtı. Manzaraya bakarak ağzına ilk lokmayı attı. Epeydir bir şey yememiş gibiydi. Mide çarkları öyle süratli çalışıyordu ki, birden hızlı hızlı yediğini farketti. "Herhalde aşk acısından kendini yemeğe vurmak böyle bir şey" dedi. 

Birden içerdeki televizyondan onu şaşırtan, beyninde soru işaretleri yaratan bir şeyler duydu. Kendini şu anda bulunduğu dünyadan çok uzak hissetti. İçeri gitti, sesini iyice açtı televizyonun. Görüntülerde, yıkıntılarla dolu bir şehir vardı. Gördüğü ve duyduğu şeyleri beyninde örtüştüremiyordu bir türlü. Bugün günlerden neydi? O uyurken yüzyıllar mı geçmişti? 

Resepsiyona telefon açtı hemen, tarihi sordu. Aldığı cevapla kalakaldı. Neredeyse 2 gün olmak üzereydi o uykuya kaçtığından beri. "Nasıl olur?" dedi. Gözlerinden ilk defa yaşlar süzülmeye başladı. Haberde hem yaşadığı büyük şehrin, hem de diğer evin bulunduğu banliyönün derecesi yüksek bir depremle ağır hasar aldığı anlatılıyordu görüntülerle beraber. 

Aklını kaçıracak gibiydi. Telefonu geldi aklına, hemen koşup açtı. Bir kaç çağrı ve mesaj geldi açtıktan sonra. Ailesiyle irtibatı sağladı, herkes iyiydi, biraz rahatladı. Telefonuna gelen arama listesinde mimar da vardı. Deprem olmadan hemen önce aramış, ulaşamayınca da mesaj göndermişti ona.  

"Sevgilim, biliyorum bir süredir sana sıkıntı yaşattım ama tüm bunların ne seninle, ne de bir başkasıyla alakası yok. Bu akşam sana çok önemli bir şey söyleyeceğim ama sana ulaşamıyorum, nerdesin?" 

Numarayı defalarca çevirdi ama yanıt yoktu. Hemen giyindi, araba kullanamazdı bu halde, ailesi de yolların güvenli olmayacağını, uçakla dönmesini söylemişti. Havaalanının yolunu tuttu. 

Uçak inene kadar binbir senaryo üretti. Ona bir şey olmaması yönünde milyon defa dua etti. Onu aramaya nerden başlayacağını bilemiyordu. Uçaktan iner inmez banliyödeki firma sahibi dostunu aradı. Ordaki evi kontrol etmesini rica etti, evde birilerinin olmasından şüphelendiğini ekleyerek. Hemen birlikte yaşadıkları eve koştu. Orası sağlamdı ama evde kimse yoktu. 

Daha sonra banliyödeki dostundan bir telefon geldi. "Ev tamamen çökmüş ve bir kadın, bir erkek iki ceset var" diyordu telefondaki ses. Bayılacak gibi oldu, nefesi kesildi. Cümlenin devamında ise mimarın çok yakın arkadaşı ve tanımadığı bir kadın olduğunu anlıyordu. Öyle bir durumdaydı ki; kendi evinin yıkıntılarından bir ölü çıkıyordu, buna üzülse miydi, yoksa onun mimar olmadığına sevinse miydi? İki duygu ne kadar birbirine yakındı, ilk defa anlıyordu. Hafif bir mide bulantısı geçirdi. Yüzüne su çarpıp, derin nefesler aldı. 

Onu bulmalıydı. Bulmalı ve gözlerine bakarak konuşmalıydı. Mimarın ailesini arayıp, bir haber var mı diye sorsa, onları da telaşa mı vermiş olurdu? Ortalık yıkıntı doluydu ve kimin nerde olduğunu mutlaka öğrenmeliydi. Telefonu çevirdi, mimarın babası çıktı telefona. Sesi titriyordu yaşlı adamın. Kalbi hiç bu kadar ağzına yakın bir yerde atmamıştı. Elinde telefonla yere yığıldı kadın.

*********

Baygınlık, sonrasında krize dönüşünce hastahanede müdahale edilmişti. Ailesi ve arkadaşları koşturdu yanına. Hiç bir şey teselli edemiyordu onu. Sürekli ağlıyordu, ağlamak istemese bile gözyaşları gözünden atlayıp intihar ediyorlardı. Hastahanede daha fazla kalmak istemiyor, bir an önce sevgilisini morgta son kez görmek istiyordu. Kimse ikna edemedi onu, gözleri kararlılığını keskin bakışlarla anlatıyordu.

***************

Mimar, onunla tanıştığı zamanlarda çalıştığı işten bir yanlış anlama sonucu ayrılmak zorunda kalmıştı. Yeni bir iş için  görüşmeler yapmaktaydı. Kadına bu durumu anlatıp, onun da keyfini kaçırmayı, kendisinden başka bir kişinin daha gelecek endişesi taşımasını istemiyordu.  Nitekim akabinde iş buldu, ancak şehirden uzaktaydı. Hem yeni işin getirdiği yük, hem de şehirden uzakta oluşu yüzünden eve epey yorgun ve geç geliyordu. Eski işiyle ilgili de dava açmıştı, kendini aklamak ve düştüğü zor durumun maddi manevi karşılığını almak istiyordu.  Herşey sonuçlandığında tüm bunları kadınla paylaşacak ve onunla ilişkisini bir üst kademeye taşıyacaktı.

Hayatlarının yıkıntı altında kaldığı gün ise, çok yakın bir arkadaşı ondan banliyödeki evin anahtarını istemiş ve çok özel bir görüşme yapacağını söylemişti. Evde kalmayacağını ama görüşmeyi yapacağı kişiyle başbaşa olacağı çok özel bir yere ihtiyacı olduğunu ve onu kırmamasını rica edince karşı çıkamamış, anahtarı verdikten sonra da iş yoğunluğuna girince, kadını bundan haberdar etmeyi unutmuştu. Bu arada gelen telefonla eski işyerine açtığı davayı kazandığını, epey yüklü bir tazminat ve işe geri dönme garantisini de aldığını öğrenince, işte şimdi tam zamanı diye düşünüp, kuyumcu da bekleyen yüzüğü alıp, eve doğru yola koyulmuştu. Tüm bu süreçte sevgilisine uzak durduğunun farkındaydı ama eros onları bir kez buluşturmuştu ve mimar aşka inanan nadir erkeklerdendi. "Bu akşam herşey bizim için yeni ve yeniden başlıyor olacak" diye geçirdi içinden gülümseyerek. Telefonla aradı kadını, ulaşamadı. Hemen mesaj yazdı.

Tam o esnada gülümsemesi dudaklarında dondu. Ne olduğunu anlamamıştı bile. Deprem onu yolda yakalamıştı. Bir viyadüğün altından geçmesine saniyeler kala, şiddetli sarsıntıyla viyadük çökmüş, hızla gittiği için düşen yol korkulukları aracın kaputundan girmiş ve kalbine saplanmıştı. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, görevliler yüzündeki tebessümü gördüklerinde yaşıyor sanmışlardı önce.

Tüm şehir acılarını sarmakla uğraştı uzun süre. Zaman akıp gitti ve unutuldu kağıttan yapılmış koca şehrin görüntüleri. 

Kadın ise parmağında mimardan kalan yüzük ve yüreğindeki daimi acıyla kendini evine kapattı. Onun için yanlış düşüncelere kapıldığı, gördüklerini değerlendiremediği, kaçtığı için kendini ölene kadar affetmedi.






(bitti)





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


not: gif Google'dan alıntıdır.​
      Bu öykü 2011 de yayınlanmıştır.

16 Ocak 2017 Pazartesi

morg (*)









Görevli dolabın kapağını açtı, sürgü rafı dışarıya çektiğinde soğuk buhar, yüzlerine çarptı. Raftaki örtü aralandığında, kadının o ana kadar sımsıkı tuttuğu sinirleri, zembereğinden boşaldı. Morg; bir anda hıçkırık, haykırış ve gözyaşıyla doldu.


Sakinleşmesi için verilen su dolu bardağı iki eliyle tutamayınca, görevli yardımcı oldu. Bir kutu mendili önündeki sehpaya koydu bir başka görevli. Kadın uzun uzun ağladı. Morgtaki görevliler ceset bulunduğunda üstünden çıkanları bir poşete koymuş, kadına vermişlerdi. Bir iki prosedürden sonra ordan ancak çıkabildi. 

Dağılmış halde bindiği taksiden, sahilde bir yerde indi. Dalgalara karşı oturduğu bankta, güneşin battığını farketmedi bile. Akşam, kopkoyu bir yalnızlıkla gelip oturmuştu yanına.

"Benim ruhumun parçalandığı gibi parçalanmış göğüs kafesi... ne acı!" diye mırıldandı. Bacaklarının üstünde avuç açmış gibi duran ellerinde tuttuğu kırmızı kadife kutunun üstüne, bir kaç damla gözyaşı düştü.



(beş sene önce)

Arabasıyla büyük şehirden, banliyöye gidiyordu. Bir dostunun şirketinin muhasebe kayıtlarına yardımcı olmak için haftada bir kez bu yolculuğu yapıyordu. Önceleri angarya gelen bu iş artık onun hoşuna gitmeye başlamıştı. Yoğun geçen günlerin ardından, bu küçük yerleşim yeri öyle huzur vermeye başlamıştı ki, "acaba burdan bir ev edinsem mi?" diye düşünmüştü. Bu fikrini, şirketin sahibi dostuyla paylaşınca hemen onun seveceği, tatillerde ve haftasonları kaçabileceği, şirin minik bahçesi olan bir ev buldular ve satın alma işini çarçabuk hallettiler. Böylece kimi zaman şirketin muhasebe  işlerini hafta sonuna denk getirip, dönüşte de kendi evinde kalabilirdi artık. 

Evin dekorasyonu için, çok büyük bir market olan firma ile  görüşmeye gitti. Firmadaki görevliler, uygun dizayn yapabilmek için evin konumu, ışığı, metrekare bilgilerini almak üzere bir mimar görevlendireceklerini, ne zaman uygun olunursa birlikte eve bakmaya gidebileceklerini söyleyip,  onun telefonunu aldılar. Hafta içinde telefonu çaldı, mimar arıyordu. Hemen bir gün saptadılar, adresi verdi ve evde buluştular. 




İlk görüşte ikisi de kalplerine eros' tan gönderilen okla vurulmuş gibi oldular. Beklenmedik bu gelişme, ikisinin de hayatlarının akışını değiştirdi. Ev, mimar tarafından dekore edildi ve her fırsatta bu evde buluştular. İkisinin kalbinden dışarı taşan mutluluk damlaları, hem evi, hem evin bahçesini güzelleştirmeye yetti. Her gelen, o evin yaşam koktuğunu söylüyordu. 

Bir senenin sonunda birbirlerinden ayrı kalmaya dayanamayacaklarını anladılar ve birlikte yaşama kararı aldılar. Şehirde mimarın evindeydiler, haftasonları ve kaçabilecekleri her tatilde de banliyödeki bu evde. İki evde de aynı aurayı solumak mümkündü. Soluksuz bir aşkın içinde büyüyorlardı.

Üç senenin sonunda malum teori kendini göstermeye başladı. İlk fire mimardan geldi. Eve geliş saati uzamaya, geç gelişlerini hep işin uzamasına bağlıyor, gözlerini kaçırıyordu kadından. 

İç organları ağır iş makineleri altında presleniyormuş gibi hissediyordu onun geç gelişlerinde. Konuşmaya çalışıyordu ama mimara göre bütün sorun işteydi. Öyle olmadığını gözünün ucundan, ve artık ona dokunmamasından anlıyordu kadın. Yüreği acıyordu bu uzaklaşmalardan. Zaman ilaç olabilir miydi gerçekten, bilemiyordu ama bekliyordu bıkmadan. 

Bir sene geçti, birbirlerine yabancı, kapkaç dokunuşlarla ve aynı havayı solumamakla. Artık soru sormuyordu kadın, herhangi bir şey söylemesini de beklemiyordu. Sanki ruhunu yitirmiş gibi, bir işlemden geçirip onu makineleştirmişler gibi rutin devam ediyordu hayatına, işine. Ta ki, bir iş çıkışı şehirdeki eve dönemeyecek kadar kendini yorgun hissedip, arabanın rotasını banliyödeki eve çevirinceye kadar.

Kapıdan içeri girdiğinde, antreden itibaren yatak odasına kadar etrafa saçılmış, kadın ve erkek giysilerini görünce gerisin geri çıktı evden. Arabaya bindiğinde donmuş haldeydi ve nereye gideceğini bilmiyordu. Banliyönün sahiline çevirdi arabayı. Sahilde biraz oturdu. Ne düşüneceğini bilemiyordu. "Bütün bunlara ne gerek vardı?" diye sordu içinden. İçinde diplerde bir yerden dalga dalga gelen acıyı hissetti. Kalkmalı ve gitmeliydi her nereye olursa. Aracına bindi ve 8 saat uzaktaki ikinci büyük kente yola koyuldu. 

Bütün gece hiç durmadan araç kullanmıştı. Gözünden bir damla yaş akmasına izin vermemiş, ona ulaşabileceği telefonu da kapatmıştı. Yaz tatillerine giderken konakladıkları bu şehirde, ailesiyle birlikte kaldıkları otele kendini attığında sabah olmuştu. Hemen yatağa girdi ve çok derin bir uykuya daldı.




(devam edecek)








{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


not: fotoğraf ve gif Google'dan alıntıdır.​
       bu hikaye 2011 de yayınlanmıştır.

15 Ocak 2017 Pazar

iz (*)




parmak izi ile ilgili görsel sonucu















hayatımın trabzanlarında bıraktım
parmak izlerimi,
tüm bedenimle batsam mürekkebe
hiç yokmuşum gibi lekesi.


(s.ö.) M©MENT©S





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



not: Bu yayın 2011 de yayınlanmış tekrar yayındır.​



12 Ocak 2017 Perşembe

hayat çok acımasız... (*)









Telefonda ağlayarak diyor ki, "Hayat çok acımasız.. insanlar neden bu kadar kötü?" Kalakalıyorum.. söyleyecek öyle çok şeyim var ki.. sadece "Bu bir süreç.. her insanın burda deneyimlemesi gereken şeyler var. Biri açlığı ve sonuçlarını deneyimler, öbürü ihaneti, diğeri hainliği, acizliği, parayı, parasızlığı, aşkı, aşksızlığı.. ama herkesin bir kapısı var, açılması ya da tamamen kapanması da onun elinde olan." dyebiliyorum.

"Biliyorum haklısın ama artık bu hayat omuzlarıma çok ağır geliyor, bu naiflikle taşıyamıyorum be canım!" cümlesi, öğretmenin tahtada tebeşirle yazarken kör bir noktaya gelmesiyle çıkan ses gibi çiziyor içimi.

Telefon ahizesinden geçip, yakın tarihte belli zaman dilimlerine gidiyorum. 

Haksızlık nedir? Haksızlık; yapanın içinde bulunduğu durumu tamamen pozitife çıkartabilecek bir pozisyon olabileceği gibi, yapılanın da kendisine hak görülen bu durumu kendi mağduriyeti olarak açıklayabileceği bir olgu sadece. Bulunduğun "taraf" ile ilgili bakış açısı. Kimse "ben haksızlık yaptım" demez, "haklıyım" der. Ama sıkça şu cümleyi duyarız "bana haksızlık yapıyorsun"

Yaklaşık beş senedir "hak" konusunda çok hassasım. "Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma" sözü yol rehberim olarak seçtiğim bir cümledir. İnsanlık dürtüleriyle bazen şaşsam da kısayoldan dönüşü bulma çabalarım, ruhumu rahatlatır daima. Hayatım bazen önüme sürpriz şeyler çıkarır diyebilirdim çok önceleri ama o "sürpriz" diye nitelenen şeyleri aslında benim çağırdığımı farkettim. Farkettiğimden beri de kendimi rahat bırakıp, içindeki öğretinin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum ve yaşıyorum.

Belki bana da haksızlıklar yapılmıştır ama benim o olaylarda nasıl bir tutum sergilediğim daha önemli. Telefonun ucundaki ses, telefon açtığı kişiye hayatın acımasızlığından bahsederken, kendisiyle ilgili herhangi bir davranışı süzgeçten geçirmiş miydi acaba? Ya da telefon açtığı kişinin, kendisiyle ilgili ruh, duygu durumunu gözden geçirmiş miydi? Elbette hayır... sadece o an' ki yaşadığı duygu bulanıklığını paylaşmak istemişti.

Hayat çok acımasız !...











{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: görsel Google'dan alıntıdır.
       bu yazı, bir tekrar yayındır.
      

10 Ocak 2017 Salı

kalemiti ceyn





Yataktan kalkıp banyoya gitti. Elini yüzünü yıkadı ve hemen mutfağa yönelip çayı koydu, dolaptan yumurta alıp haşlamak üzere bir kaba yerleştirdi.

Akşam yaptığı ekmeği çıkartıp dilimledi, üstlerine ince kaşarlar kesti ve tavaya yerleştirip, üstüne de kapak koydu, böylece altları kızaracak üstü de yumuşacık olacaktı. 

Kahvaltı hazır diye seslendi, bir yandan televizyon açıldı, haberlere korkarak baktı.

O kahvaltıyı hazırlarken  telefonuna bir mesaj geldi ama bakamadı. Camdan dışarıya göz atınca şaşırdı. Her yer bembeyazdı ve üstelik lapa lapa kar yağmaktaydı.

Bugün kesinlikle bir yürüyüş yapmalıydı, kar havasını solumak gerekti. Hatta köyde olsaydı komşularıyla beraber kar pastası yerlerdi diye düşündü gülümseyerek. 


Kahvaltısını edip evden çıkarken, birbirlerine karda dikkatli olmalarını öğütledi ikisi de. Sonra o kahvaltı masasını toparladı ve cep telefonunu eline aldı. Mesajı açtığında algılayamadı.

"Günaydın, bilgin olsun istedim. Azize bu sabah sizlere ömür vefat etti. Kendine iyi bak, görüşürüz."

Hemen odasına gidip kalınca ve sıkıca giyindi, kendini dışarı attı. Karda kayboldu, beyninde "vefat etti", "öldü" kelimeleri uçuşuyordu sürekli yağan kar tanelerine inat.

Aynı üniversitede sınıf arkadaşı ve sonra ev arkadaşı olmuşlardı. Aynı heyecanları, aynı hezeyanları yaşamışlar, aylar geçtikçe ilk zamanların sıcak arkadaşlığını kaybetmişlerdi. Bir göz yakınlığı mesafesinde onca uzaklaşma kopardı aralarındaki naif duyguları da. Göz göze gelindiğinde çekimser gülümseyişler, kısacık serince merhaba deyişler almıştı yerini.

Yıllar sonra bir keresinde aramış ve seni severim aslında, zaman aktı gitti.. gel görüşelim demiş ve kalabalık bir arkadaş toplantısına çağırmıştı. Gitmemişti işte, onun düşüncesine göre, kalabalık bir arkadaş toplantısında değil, daha özenli bir anda, gözlerinin içine bakarak, yıllar öncesinin samimiyetini yakalamak gerekti. Gitmedi, zaman daha da aktı gitti.

Ve bir gün bir mesajla önce hasta olduğu, çok kısa bir zaman sonra da öldüğü haberi gelmişti işte. 


Onu ilk tanıdığı an'a gitti.. mavi gözlü, kıvırcık saçlı, minik yüzüne büyük gelen gözlükleri ve kalemiti ceyn' i andıran incecik uzun nazenin bedeniyle birbirlerine sarıldıklarını. 

Şimdi onun bir balerin edasıyla dans edip durduğunu hayal etti, başından aşağı kar taneleri üfleyen bulutların altında...






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-




not: kullanılan gif dosyaları Google görsellerden alıntıdır.



7 Ocak 2017 Cumartesi

hayal/et (*)




*****************************

Adam bir yazardı, kadınsa ressam. Bir kokteylde tanıştırıldılar. Sohbet eden bir grubun içerisinde, ellerinde içkileriyle karşılıklı  durduklarında adam aklından "bu gece bu kadınlayım" diye geçirdi. Kadın ise; adamın hemen arkasında duran ve  arada gözünün takıldığı diğer adamla ilgiliydi. Bizim yazarın yanılgısı da işte burdan kaynaklanıyordu. Diğer adam tam arkasında durduğundan ve kadının gözleri de hafif şehla olduğundan, bakışlarının kendisinde kitlendiğini sanıyordu.

 Kadının aklından geçirdiği şeyler, onca senenin boşa geçmişliği, yalnızlığı, bir bedene susamışlığı ile eşitlenebilir hafiflikte değildi. Vahşiliği de barındıran bir cazibeyle bakıyordu, yanlış kişinin kendisine baktığını farketmeden. O, bu gece tam da burda kararını pekiştirecek bir eyleme adım atacaktı. 

Yanakları kızardı düşündüklerinden, bardağını bir tepsiye bıraktı ve tuvalete doğru yürüdü. Musluğu açıp suyun soğumasını bekledi biraz, sonra yüzünde ıslattığı mendili gezdirdi yavaşça. Makyözün özel olarak yüzüne yaptığı makyajın bozulmasını istemiyordu. Çantasından ruj ve göz kalemini çıkartıp, minik dokundurmalar yaptı. Aynada kendine baktığında, son fırça darbesini vurduğu tuvalin önündeymiş gibi hissetti, gülümsedi ve "hazırım" deyip dışarı çıktı. 

Kalabalık biraz hafiflemiş gibiydi. Gözleri hemen bakıştığı adamı aradı ama yoktu. "Belki o da benim gibi bir tazelenme için tuvalete gitmiştir" dedi. Epey dolandı, bakındı, bekledi ama yoktu. Canı sıkıldı. Gitmiş olabilir miydi? "Ama nasıl olur" dedi kendi kendine. Onunla saatlerdir bakışmıyorlar mıydı? Yüzündeki ifadenin hayalkırıklığına dönüştüğünü, dudaklarının büzüşmesinden anladı. Hemen toparladı kendini. Gitmeye karar verdi. Dostlarıyla vedalaştı, vestiyere doğru yürürken kolunda belli belirsiz bir dokunuş hissetti. Dönüp baktığında kokteylin başında tanıştırıldığı yazar olduğunu gördü. Minik bir tebessümle "buyrun?" dedi. 

Yazar, onunla tanışmaktan memnun olduğunu ve bir yerlerde bir şey içerek sohbete devam edip edemeyeceğini soruyordu. Bu akşam burda bakıştığı adamın onda uyandırdığı etkiyle boy ölçüşemezdi bu adam ama kendisini böyle hazırladığı bir geceden eli boş olarak da dönmeyi istemediğini farketti. "Memnuniyetle" dedi ve birlikte çıktılar.

Yazar, gecenin başında kadın için bir hayaletten öte değildi. Ama  o, ısrarla kendi hayal ettiği geceye emin adımlarla yürümüştü işte.






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-



not: Şubat 2011 de yayınlanmış tekrar yayındır.



6 Ocak 2017 Cuma

bir minik bezelye (*)





O gün, konser salonundan en son o çıktı. Gözü gibi sevdiği enstrümanını bile yanına almadı. Konser şaşaasını taşıyan elbisesinden kurtulup, sade giysileriyle kendini dışarı attı. Kapıdaki görevli arabasını getirtebileceğini söylüyordu ki, elini gerek yok der gibi kaldırdı ve hızla çıktı. 

Hava, sabaha nazaran oldukça serinlemişti. Yakalarını kaldırdı, içine derince çektiği nefesini bırakırken bir duman çıktı ağzından. "Sigaramın dumanına sarsam....." diye mırıldandı önce, "nefesimin sıcağına sarsam" diye değiştirdi sonra sözcükleri. Nereye kadar gideceğini bilmiyordu ama Harbiye' den Taksim' e giden yol üzerinde buldu bedenini. Bütün gün bu anı beklemişti. Kendiyle kalacağı anı. Aslında artık sadece kendisi yoktu. Bundan sonrasında ne yapacağını iyice düşünmesi gerekiyordu belki.

Belki de hiç bir şey olmamış gibi gidip herşeyi temizlemek, sıfırlamak. Korkuyordu. Günlerdir ne olduğunu anlayamadığı bir yorgunluk içindeydi. Ne kadar çok uyusa, bir o kadar daha uyuyabileceğini farkediyordu. Herkes bir şey öneriyordu, uygulasa da sonuç aynıydı. Şu konserin provalarını nasıl çıkarttığına hala şaşırıyordu. Sırf bir aksilik olmasın diye konser günü, salona yakın oturan bir arkadaşında kalmıştı. 

Çok fazla yemeye başlamıştı ayrıca. Bir aşk acısından sonra mutlaka buzdolabı en iyi arkadaşı olurmuş ya insanın, o hesap, o da sürekli dolaptan bir şeyler taşıyordu gömüldüğü koltuğa. Konserden haftalar önce ziyarete gittiği arkadaşı, şaşkınlıkla ağzı açık izlemişti, onun yatana kadar sürekli birşeyler yemesini. "Bak sana söylüyorum, bu gidişle 100 kilo olacaksın, taşımak için enstrümanına değil, sana yardımcı olacaklar, söylemedi deme" demişti işaret parmağını yüzüne doğru sallayarak.

İşte bu da elinde değildi. Tamam farkındaydı ama sürekli dipsiz bir kuyuya atar gibiydi yiyecekleri sanki, fazla değil 15-20 dakika sonra midesinde açlık hissi meydana geliyordu. Tüm bunların bir depresyonu işaret ettiğini düşünüp, konserden sonra bir psikiyatristle görüşmeye karar vermişti zaten. Evet farkındaydı, onca sevdiği enstrümanından bile haz alamadığının, en sevdiği Vivaldi, Schubert eserlerinde bile vücudunun uykuya teslim olduğunun, sabah kalkar kalkmaz ilk iş müzik kutusunu açmak yerine hemen mutfağa koşup ağzına bir şeyler tıkıştırdığının.

Hiç tahmin edemediği bir şey vardı. Bütün bu konser koşturmacaları sırasında aylık periyodunun aksadığını farketmedi. Herşey öyle yoğundu ki; elbise provalarından, konser provalarına koşturması, tüm bunların üstüne sevgilisinin ilişkiyi bir süre dondurmaktan bahsetmesi allak bullak etmişti onu. Konuşmaya bile fırsat bulamadan, gelen bir teklifi değerlendiren sevgilisi, uçağa atladığı gibi uzaklara gitmişti. Ne ağlayacak vakti oldu, ne de kederlenecek, dert yanacak. Tüm bu yaşadıklarını ise bedeninin bir isyanı olarak değerlendirmişti.

Konserden bir gün önce minik ajandasında, gözleri tarihe takıldığında bütün vücudu donup kalmıştı. Herşeyin stresten olabileceğini düşündü ve bu düşünce onu kısa süreli de olsa rahatlattı. Ama bunu kesin öğrenmenin bir kaç yolu vardı. Eczaneye gitmek ya da bir laboratuvara uğramak. Konserde bu düşüncelere odaklanmamak ve net sonuca ulaşmak için laboratuvara gitmeye karar verdi. 


bezelye çocuk ile ilgili görsel sonucu

Prova arasında telefon ettiğinde sonucu öğrendi. İçinde bir başka canlıyı taşıyordu. Hiç bir şey hissedemedi. "İçimde büyüyen bir canlı var" dedi şaşkınlıkla. Prova boyunca aklı notalarla bu mesaj arasında gidip geldi.

Konser bitiminde, yaşadığı gerilime daha fazla dayanamayarak halsiz düşen bedenini alıp hemen kendini sokaklara attı. İşte şimdi herşeyi biliyordu ve tek başınaydı. Bir bezelye kadar canlıyla birlikte, sokaklarda yürüyordu. Karmakarışık duygular sardı yüreğini. "Sevdiğin birinden ve senden bir parça taşıyorsun" dedi. "İyi ama niye korkuyorum? Her yemek yediğimde onun daha da büyüdüğünü düşünüp,  sanki içimde büyüyen bir canavarmış gibi korkuya kapılıyorum?" Gözleri doldu. "Yalnızsın, bu kocaman duyguyu tek başına yaşıyorsun, belki o yüzden" dedi ve gözyaşları akmaya başladı. İçinde onun yediklerini ondan önce tüketen bir canlıyı düşünmek, yalnız olmak, tek başına birinin sorumluluğunu üstlenmek, sürekli yorgun olmak, ona destek verecek, heyecanlarını, ağrılarını, korkularını paylaşacak birinin olmaması bu tabloyu daha da karartıyordu. Yürüdüğü yollarda kaldırımlar gözyaşlarıyla ıslandı. 

Taksim meydanında büfelerin önüne geldiğinde midesi kazınıyordu artık. Onu içeri buyur eden garsonun yüzüne neden şaşkınlıkla baktığını anlaması için aynaya bakması yeterli oldu. Gözündeki bütün boyalar akmış ve nerdeyse bir palyaço makyajı havasına bürünmüştü yüzü. Haline gülmeye başladı, eline bir mendil alıp silerken, garsona 3 ıslak hamburger, bir sosisli, bir dönerli-kaşarlı dürümle, bir ayran ve bir limonata siparişini de çoktan vermişti.






{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-


not: görsel Google'dan alıntıdır.
      08.02.2011 de yayınlanmış, tekrar yayındır.


5 Ocak 2017 Perşembe

iki kişi arasında tasvir edilmiş yazı denemeleri (*)









Genç olan:


Nasılsın? Bugün neler yaptın? Ben rahat rahat evde keyif yapıyorum. Bu sabah (A) aradı, hastaneye gitmiş, aids testi yaptırıyormuş benim içimi rahatlatmak için, bir de bir psikoloğa başvurmuş, neden böyle "aptalca şeyler" yaptığını anlamak için. Şaşırdım ve sevindim bir adım atmasına ama ona belli edemedim yine de.. kırılganlık başlayınca kolay olmuyor doğal hale geçiş.


Olanları düşündükçe çok sinir oluyorum ama genel olarak kendimi huzurlu hissediyorum, şimdi daha iyi anlıyorum sanırım; "onun ne yaptığı önemli değil senin ne kadarını kabul edebildiğin önemli" gibi birşey söylemiştin sen.. artık eskisi gibi çok üzülmüyorum, daha çok gurur meselesi yapıyorum. :)


Ben asıl sana başka şeylerden bahsetmek istiyorum, hani sen bana "birisine yazar gibi yaz kendine" demiştin ya, ben de en iyisinin bu olacağını düşünerek başladım sana yazmaya.

Şu son 3 gündür yeni bir arkadaş var onunla konuşuyorum, genelde akşam yemeği saatlerinden sonra bana netten mesaj atıyor, önce "günün nasıldı" vs gibi şeyler söylüyordu, şimdilerde ise çok açık bir şekilde "biz"den bahsediyor ve fikirlerimi soruyor, ben ne düşüneceğimi şaşırdım... Bu çocuk bir sapık mı yoksa çok mu dürüst? yani ikinci günde "dün akşam beraber uyuduğumuzu hayal edip uykuya daldım" dedi, ben anlayamıyorum gerçekten, kafam çok karışık !

Ama konu bu kişi değil, konu; benim insanlara ne kadar güvenmem gerekiyor? Biliyorum bunun cevabı "içinden nasıl geliyorsa o kadar" ama ben P' ye öyle davrandım da ne oldu? Onun yüzünden okul değiştirmek zorunda kaldım...

Hoşlanmak; biri ile beraber olmak için yeterli mi? Daha A ile yarım yamalak bir bitiş yaşıyorken, başkalarını düşünebiliyor olmam, aslında yalnız kalmaktan korktuğum anlamına mı geliyor?


Bir yanım bu çocukla yeni şeyler denemek istiyor, diğer yarım ise panik halinde, sonuçta okuldan biri bu çocuk, ya herkese benden kolay bir kız gibi bahsederse ?! OOff kendime ne kadar ortada var olmayan sorun yaratıyorum değil mi?


Şimdilik bu kadar, tekrar yazacağım.




Öptüümm




Yaşlı olan:



Yazdıkların çok hoşuma gitti.. :)
A.' nın senin için bir şeyler yapıyor olduğunu göstermesinden memnun gibisin... ancak o artık kendisi için yapmalı bunları, senin için değil..o yüzden hep başa dönüyorsunuz...

Bak şimdi sana bir soru soracağım... sen gerçekten A.' yı seviyor musun? aşık mısın? çünkü çok fazla olayı peşpeşe yaşadın.. biri vardı, sana musallat oldu okul değiştirdin bu yüzden, sonra arkadaşım dediğin ve ev arkadaşlığı yaptığın insanın sana olan duygularını öğrendin ve bu arada biriyle mucizevi (!) bir ilişkin oldu, sonra kız arkadaşın o kişiye sulandı, ayrıldın ve uzun zamandır seninle uzaktan ilgilenen A., ev arkadaşına rağmen sana duygularını açıkladı ve bu sefer onunla bir ilişkiye başladın.. wwaaooovvv... sürat felakettir :)))

belki arada atladığım olaylar da vardır ama bütün bunlar çok üst üste ve çok fazla bence sevgili dostum. Doğru dürüst yalnızlık duygusunu, netlik duygusunu yaşayamadığını düşünüyorum. Demişsin ki; hiç üzülmüyorum artık ama gurur meselesi yapıyorum.. nasıl bir gurur? yani beni nasıl aldatırsın gibi bir duygu mu? ya da sen beni aldattın, artık seninle olamam gibi mi? yani onu köpek gibi seviyorsun ama seni aldattiği için gururundan bir daha onunla olamamak gibi mi?... 

Peki olaya bir de şöyle bakabilir misin; kendimizi bildiğimizden beri hayatımıza bir sürü insan giriyor ve çıkıyor değil mi? sevgili aldatır, arkadaş seni kullanır, ailen sana yalan söyler (bu son yazdığım tamamen örneksel.. ) bütün bu olaylar sonucunda bizim bu hayattaki tutumumuz şekillenir... yani karakterimizi belirleyen davranışlara ulaşırız... ya kabullenmek, susmak, unutmak, geriye atmak, kalmak vs vs... ya da hakaret etmek, reddetmek, silmek, bırakmak, gitmek vs vs... hayatımızda kime ne kadar önem verdiğimizi bazen davranışlarımızla gösteririz, onlarla kalarak, ya da kalmayarak... sevmek kadar nefret etmek de bize ait (insana ait) bir duygudur. Bazen birşeylerden uzak durmak istersin, sınırlarını belirlediğin sürece kimse giremez, bazen de o çizgiyi indirir yok edersin ve yeniden yaşama karışırsın... burda söylemeye çalıştığım kendine yolculuklar yaparak ne istediğin ve nasıl istediğinle ilgili saptamalar sana en büyük yardımcı olacaktır. Eğer beni aldatan kocamı (başkalarının söylediği gibi) affedip devam etseydim sanırım seninle tanışamayacaktık... zira ya onu ya da kendimi yok ederdim.. bu kadar net söylüyorum.. çünkü kendimi tanıyorum.. hayatı kendime zindan etmek istemediğim için yoluma yalnız devam etmek en iyisiydi.. :))


Aldatan bir insan, sadece kendini aldatır, karşısındakini değil.. bunu bir an önce algılamaya çalış lütfen.. kendin için !.. Şöyle düşün bu olayı; seninle beraber yola çıkan, yürüyen biri vardı, sıkıldı, yolunu değiştirmek istedi hepsi bu.. ama bunu doğru yoldan yaptı ya da yanlış yoldan.. bu onun seçimi. Senin seçimin ise bu davranışlardan sonra geliyor işte !! önemli olan burası..


Evet bence kesinlikle aşık değilsin.. bence artık aşkı beklemelisin (ama hayatını yaşayarak).. flört etmeyi becersen yap diyeceğim, ya da ilişkileri gittiği yere kadar yaşasan ve sonra da bittiği yerde de tak diye bırakabilsen gerçekten yap... bunu da içine sindiremediğin için bence sen çok iyi arkadaş, dost olmalısın öncelikle..

Bir aldatma olduğunda, bu olayın içindeki bize daha yakın olan insanı değil de, olayın içinde ama bize hayatımızdaki insandan daha uzak olan kişiyi hedef alırız genellikle. Önce ona lanetler yağdırırız. Bütün kinimizi ona kusarız. Aslında o kişi tıpkı A. gibi.  A. onunla olmayı istedi, o da istedi, birlikte oldular..hepsi bu.  Olaya geniş açıdan bak. Bir örnek vereyim sana.. benim bir zamanlar evli olduğum kişi, biriyle birlikte oldu, bir kadın..(bizim aile dostumuzmuş ya da yabancı biriymiş hiç farketmez) benim gözümde ikisi de aynı kefedeydi ama annem daima "ah o namussuz kadın..." deyip duruyordu.. dönüp şöyle demiştim anneme... "anne bu kadın bu adamla birlikte olurken onu bağladı mı, silahla tehdit mi etti ki böyle söylüyorsun.. sonuçta ikisi de bilerek, isteyerek birlikte oldu.. namussuz kelimesini sadece ona söylemek ne kadar adil sence?" 

A. ile başladığın ilişki sadece bir baskılanma ve kendini yalnız hissetme sonucu gerçekleşmiştir. Ev arkadaşının baskıları olmasa belki daha önce de biterdi, hiç değilse bu arada birbirinize sıkıca tutundunuz..

Bence, biraz daha kendine yolculuklar yap.. daha önce yazmıyordun değil mi? Mesela bugün seyrettiğin yağmur sana neler hissettirdi, bunları yaz... annene özlemini yaz.. uzaktaki sevgiliye özlemi yaz.. istersen bir deftere, istersen bir blog hazırla kendine oraya yaz.. en iyi yol bu.. Daha doğrusu bu benim bildiğim.. kendimle konuşmalar, yazışmalar, gezintiler,.. Sıkça yaparım. Kendimi alır tiyatroya, sinemaya, deniz kenarında salaş bir kahveye götürürüm. Vapur iyi bir rehabilite merkezidir, pek kimse bilmez.. denizi yara yara ve hışır hışır sesleri çıkararak yol alırken kendi hayatımın içini yarıp geçtiğimi ve bırakmam gereken düşünceleri rahatlıkla suyun içine attığımı çok bilirim.

Denemeli, yanılmalı ama kendi yolunu bulmalısın çocuk !!..

Ergeç herşey yoluna girer... seni sevdiğimi unutma, içindeki sevgiye tutunmayı da..
Görüşmek üzere :)))

Şimdilik hoşçakal...




{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-





not: 1- kullanılan görsel Google' dan alıntıdır.
       2- bu yazı daha önce 25/28.02.2010 tarihinde yayınlanmıştır.

4 Ocak 2017 Çarşamba

paralel evren




Kuantum fiziği, olasılık, paralel evrenler gibi konulara ilginiz varsa, bu film mutlaka izlenecekler arasında bana göre.

İnsan denen varlık, ilginç bir muamma. Dün akşam televizyonda izlediğim film bunu tekrar düşündürdü. Güzel bir yemekle başlayan toplantı, gün içindeki gizemleriyle ve insanların içlerinde biriktirdikleriyle garip bir mecraya yol alırken, "insan" korkularının, olaylara bakışını nasıl daraltılmış bir alana yöneltebileceğini, sonucunda o korkudan beslenen vahşiliğin insanın kendisini yok etmeye kadar işi vardıracağını izlemek oldukça ilginçti. Nasıl olurdu bir başka "ben" ile karşılaşmak bilmiyorum ama karşıma alır sohbet ederdim gibi hissediyorum :) Ya siz?


Filmin türkçe dublajlı versiyonunu buraya tıklayarak izleyebilirsiniz. Orijinal versiyonları için internette araştırma yapmanız gerek.


Filmin özeti:

Bir grup arkadaş akşam yemeği yemek için bir araya gelir. Yemeğin keyifli olacağı açıktır, çünkü o gece bir kuyruklu yıldız dünyanın epey yakınından geçecektir. Ancak bu olağan durum, geceye olağanüstü bir yön de verecektir. Yemek sırasında elektrik kesilir. Bu aksiliğin üzerine çevrelerine baktıklarında, gizemli bir evde ışıkların hala yandığını fark ederler. Bu fark edişleri tanık olacakları enteresan olayların da habercisidir. başlarının üzerinde süzülen insanları gördüklerinde dünyayı algılayış şekilleri, gerçekle hayal birbirine karışacaktır. Ve bu durum, ilişkilerinde bazı kırılmaları da beraberinde getirecektir.





{ಠ,ಠ}
|)__) 
-”-”-










not: Yazıda kullanılan bilgi ve videoalar youtube ve beyazperde.com' dan alıntıdır.






2 Ocak 2017 Pazartesi

coşku (*)




Kapıdan içeri neredeyse hoplaya zıplaya giren arkadaşına baktı ve gülümseyerek, "Yine mi aşık oldun kız?" diye sordu. Yanakları pembe pembe kızaran kadın, "Evet! Ama bu sefer gençlik duygularımı yaşıyorum" dedi. Soran gözlerle karşılaşınca da, anlatmaya devam etti.

Kadın aşık oluşunun tüm öyküsünü müthiş coşkulu anlatırken, arkadaşı onu seyretmeye başladı. 

Belki bu aşk da bitecekti, tıpkı diğerleri gibi. Hem zaten aşka bile bir ömür biçilmemiş miydi? "Üç vakte kadar" denilecek bir zaman diliminde yaşanıp bitecek duygular için hırpalanan insanoğlu ve kızının, en çok başlangıçtaki yükselen duygularını izlemekten keyif alıyordu o. Özellikle bu esnada tutkuyu yaşayan kişilerde zenginleşen kelime haznesini, hayatı müzikale çeviren şarkı söyleme halini, gözlerin sürekli ışıldamasını, her daim yüzdeki mutluluk ifadesini, her ayrıntının farkına varılıp neşeyle tezahürat yapılmasını, tükenmeyen coşkuyu ve saçmalamasını seyretmeyi.

İşte karşısındaki kadın da, tam bu safhadaydı. Anlattığı detaylardan aslında bu adamla bu ilişkinin yürümeyeceğini görüyor fakat kadının çocuksu, saf mutluluğuna ilişmeye kıyamıyordu. Hem biliyordu ki bu durumda söyleyeceği tek olumsuz söz, kadını sadece kısa bir an durduracak, sonra "ama...." larla her lafı geri püskürtecek bir açıklaması olacak, belki de bu süreçte ona kırılıp, biraz uzaklaşacağı bir durum yaratacaktı. Ayrıca yaşanması gerekenler, yaşanmalıydı. Hayattaki tecrübelerin, tek başına yaşanıp özümsenenler olduğuna inancından dolayı, buna müdahale etmesinin çok anlamsız olduğuna karar verdi.

Düşünceleri durdurdu ve duygularını odanın her yerine saçmış arkadaşına, mutluluğunu paylaştığını ifade edercesine sarıldı ve yorulana kadar onu dinledi.



{ಠ,ಠ}
|)__) 

-”-”-









not: Bu yazı tekrar yazıdır. Öncesi için tık.